ATEİST Antropolog ARKADAŞIMA MEKTUP

Sen bir antropologsun; insanlığın kültürel çeşitliliğini, toplumsal yapılarını, inanç sistemlerini, ritüellerini, dil çeşitliliklerini, gelenekleri ve sembolik düşünceyi inceliyorsun. Kazdığın her kültür tabakasında, incelediğin her kabilede, karşılaştığın her etnografik veride insanların yalnızca biyolojik değil, sembolik, kutsal ve anlamlı bir dünyada yaşadığını görüyorsun. Avcı-toplayıcı topluluklardan tarımcı köylere, imparatorluklardan modern ulus-devletlere kadar insan daima maddenin ötesinde bir hakikate yönelmiş. Bu eğilim tesadüf mü?

Her toplumun bir mitolojisi, yaratılış hikâyesi, ilkel olsa da bir Yaratıcı veya aşkın güç anlayışı bulunması dikkatini çekmiyor mu? İlkel kabileler dahi totemlere tapıyor, ruhların varlığına inanıyor, doğanın ötesinde bir gerçeklik hissediyor. Bu kadar evrensel bir olgu nasıl açıklanır? İnsan türü, Afrika savanlarından buzullara kadar farklı coğrafyalara yayıldı; fakat nereye giderse gitsin, bir biçimde aşkın bir varlığa, kutsal bir düzene, ritüel ve ayinlere başvurdu. Bu kadar farklılık içinde bu ortak payda neden var?

Antropoloji, insanın kültür inşa ettiğini söyler. Kültür ise sadece hayatta kalmaya yönelik teknik becerilerden ibaret değildir. İnsan, tabiatta bulduğu basit araçları işlevsel kılmakla yetinmez; onlara anlamlar yükler, süsler, semboller ekler, kutsiyet atfeder. Örneğin bir ağaç dalını sırf mızrak yapmakla kalmaz, ona bir hikâye, bir mit, bir sembol, bir totem değeri yükler. Bu sembolizmin kökü nerede? Eğer maddenin ötesinde hiçbir gerçeklik yoksa, insan bu “kutsal anlam üretme” tutkusunu neden kuşaktan kuşağa aktarıyor?

Dinî ritüeller, inisiyasyon törenleri, gömme adetleri, kurban merasimleri, büyü pratikleri, tapınak inşaları… Bunların hepsi maddi faydayla açıklanamaz. Mesela bir kabile niçin kıt kanaat geçinmesine rağmen en iyi mahsulünü ilahi varlıklara sunar? Bu davranış, aç bir hayvana mantıksız gelir. Ama insan bununla “görünmeyen” bir güçle bağlantı kurduğuna inanır. Bu inanış, bir içgüdünün ya da tesadüfî bir yanılgının ürünü mü, yoksa insana içkin bir gerçekliğin tezahürü mü?

Antropolojik çalışmalar göstermiştir ki, insanın ruhani yönü, metafizik inançları onu diğer hayvanlardan ayıran temel özelliklerden biridir. Elbette kültür, dil, alet yapımı da önemlidir. Ama sadece insan, varoluş sebebi üzerine kafa yorar, eşyayı sembolleştirir, varlığın ötesindeki güçlere tapınır. Bu yönüyle insan, sıradan bir hayvandan daha fazlası olduğunu ilan eder. Rastgele evrimsel süreçler neden böyle bir özelliği sürekli üretip korusun? Maddenin kör işleyişi, kendi ötesinde bir anlam arayan bu bilinç atılımını nasıl açıklayabilir?

Atalar kültleri, toprak anaya yönelen saygı, göğe bakan dualar, tapınma mekânlarının kutsallaştırılması… Hepsi insanda bir “yukarı bakma” eğilimi, yeryüzünün ötesinde bir yüce güce sığınma ihtiyacı gösteriyor. Bu ihtiyaç tesadüfiyse, neden hiç durulmuyor? Neden en laik, en modern toplumda bile insanlar bir şekilde metafizik, ruhani, aşkın temalara dönüş yapıyor, içsel bir boşluğu doldurmak istiyor?

İlginç olan şu ki, antropoloji farklı kültürleri incelediğinde benzer temel ahlaki ilkelerin, benzer temel manevi değerlerin ortaya çıktığını görür: Yalanın kınanması, hırsızlığın kötülenmesi, aile kurumunun korunması, misafirin ağırlanması, yaşlılara saygı… Bu ortak zeminin kökeni nedir? Eğer her kültür bağımsız gelişmişse, aynı ahlaki çekirdeği hangi aşkın kaynaktan alıyor?

Sen ateist bir antropolog olarak belki bütün bunların evrimsel stratejiler, toplumsal uyum ve hayatta kalma avantajı sağladığını iddia edersin. Ama o zaman sormak gerek: Neden bu uyum sadece maddi düzlemde kalmıyor da mutlaka bir ruhani, kutsal, metafizik boyutla taçlanıyor? Neden salt bencilce işbirliği yerine ahlakî, fıtrî, vicdanî bir derinlik her toplumda kendini gösteriyor? Bu derinlik, insanın ilahi bir kodlamayla yaratıldığına işaret etmiyor mu?

Kabilelerin gök tanrıları, ataların ruhları, doğaüstü varlıklara dair inançları evrensel bir biçimde var. Bu kadar tutarlı bir fenomeni tesadüfle geçiştirmek, antropolojinin tanıklığını görmezden gelmek değil midir? Belki de insanın kültür üretme kapasitesi, maddenin ötesindeki bir gerçeği sezdiği için bu kadar zengindir. Bu sezgiyi tamamen yok saydığında, geriye açıklayamadığın kocaman bir anlam boşluğu kalmaz mı?

Antropoloji, insanın dünya üzerinde sadece bir hayatta kalma mücadelesi vermediğini, aynı zamanda varoluşunu aşkın bir hikâyenin parçası kıldığını gösteriyor. Bu aşkın hikâyeyi yazan kim? İnsan ona ister tanrı desin, ister totem, ister ruh. Önemli olan, insanın ontolojik bir işaret, içsel bir yönelişle sürekli aşkın varlığına atıf yapmasıdır. Bunu sırf “yanılsama” diyerek reddetmek, antropolojinin ışık tuttuğu muazzam gerçeğe sırt dönmek olmaz mı?