Agnostik Edebiyatçı ARKADAŞIMA MEKTUP

Şiirlerin, romanların, destanların, mitlerin, efsanelerin, destansı anlatıların büyülü dünyasında geziniyorsun. Edebiyatın insana öze dair, derinlikli, sembolik, duygusal, metafizik yönler sunduğunu biliyorsun. Edebiyat yalnızca dış gerçekliği aktarmakla kalmaz; aşk, ölüm, özlem, sonsuzluk, inanç gibi temaları işleyerek ruhun derinliklerine iner. Burada “kutsal, tanrı, peygamber, melek, ahiret” gibi motifler her dönemde, her coğrafyada karşına çıkıyor. Bu kadar yaygın bir “ilahi” atıf, rastlantı mı?


Agnostik bir edebiyatçı olarak, “Belki bu yalnızca insanın metafor ihtiyacı, belki de gerçekten kutsala dair hakikî bir duygu var” diyebilirsin. Ama edebiyatın büyük eserlerine bak: Dante’nin İlahi Komedyası, Mevlana’nın Mesnevi’si, Milton’un Kayıp Cennet’i, Yunus Emre’nin ilahi aşk şiirleri, Goethe’nin Faust’undaki “Yaratan” soruları… Hepsinde “ilahi” ve “peygamberî” izler belirmiyor mu? Niçin büyük edebiyatçıların çoğu, tanrısal esintileri, peygamber kıssalarını, dinî sembolleri bu kadar güçlü şekilde kullanmış?


Tarih boyunca efsaneler, destanlar, mitler… Her zaman “kutsal”la iç içe. Kahramanlar tanrılardan yardım istiyor, peygamber hikâyeleri sanat eserlerine ilham veriyor, romanlarda “ilahi adalet” vurgusu sıkça işleniyor. “Yaratıcıyı hissetme, Peygamberi tasvir etme” isteği, edebiyata sonsuz tema sunmuş. Elbette “bu bir düşsellik” diyebilirsin. Ama bunca edebi şaheserin aynı kökten beslenmesi seni düşündürmüyor mu? Belki de insan gerçeğine en çok dokunan şey bu “ilahi boyut”tur. Sahi, “bilmiyorum” diyerek bunu sırf bir sanatsal motif saymak ne kadar tatmin edici?

Edebiyatın sıkça işlediği konulardan biri “aşk.” Ama aşk dahi çoğu zaman “ilahi aşka” uzanır, tasavvufî şiirlerde ve ilahî söylemlerde “insan-Allah aşkı” işlenir. Edebiyatın önemli bir kolu olan mistik, tasavvufî, dinî eserler, peygamberlere dair hikâyeleri, mucizeleri, vahiyleri anlatır. İnsan bu eserleri okurken duygusal ve manevi bir coşku yaşar. Bunun sadece bir “kültür” ürünü veya “duygusal tatmin” olduğunu iddia edebilirsin; ancak milyonlarca insan bu metinlerde “gerçeklik” bulduğuna inanır. Onlar “Bu yazılanlar Rabbimizin ve resulünün hakikatini yansıtıyor” diyor. Agnostiksen, “Belki de öyle” demek neden aklına gelmiyor? “Hayır, bilmiyorum” diyerek sanki “öyle değildir”e yakın durmuyorsun?

Kur’an, İncil, Tevrat, Vedalar… Hepsi yüksek bir edebi üslup içerir. Milyarlarca insan, bu metinlerde yalnızca dini talimat değil, estetik bir dil ve ruhsal bir edebiyat bulur. Peygamberlerin aktardığı “ilahi kelam” belki ‘en kadim’ edebiyat eserlerindendir. Ayrıca “Sonsuzluk, ebedî hayat, cennet, cehennem, ilahi aşk” gibi konulara edebi bakış, insan ruhunu derinden etkiler. Bu kadar köklü tesir, “Bilmiyorum, sanırım kültürel bir miras” diye geçiştirilemeyecek kadar büyük. Edebiyatın en yüksek zirveleri, “ilahi esinlenme” iddialarıyla parıldıyor. Belki bu esinlenmenin kaynağı gerçekten Yaratıcıdır?

Birçok büyük edebî eserde peygamber temaları işlenir: Hz. Musa’nın kıssaları, Hz. İsa’nın çilesi, Hz. Muhammed’in hayatı, Hz. Yusuf’un aşk hikâyesi, Hz. Süleyman’ın ihtişamı… Romanlar, şiirler, tiyatro oyunları bu temalardan beslendi. Hâlâ da besleniyor. Çünkü peygamberler insanın varoluşsal sorularına cevap veren, maceraları evrensel semboller taşıyan, “doğru ve yanlışın” dramatik çatışmalarını sunan figürler. Sıradan bir efsane veya mit, bu kadar uzun soluklu, derin, etkileyici olabilir mi? Bu sorunun karşısında “Bilmiyorum” yine yetersiz kalıyor. Çünkü “Gerçekten Allah’ın gönderdiği elçiler” olması, “Bu kadar güçlü edebi etkiyi” açıklayabilir.

Edebiyat, insandaki “kutsal arayışı”nı, “sonsuzluk özlemi”ni, “mükemmel aşk” fikrini simge dilde anlatır. Bu motiflerin hepsi dinde de vardır. Çünkü insan kalbi, “Beni aşan bir gerçek” diye çırpınır. Pek çok edebiyatçı, “ilhamı göklerden geldi” veya “ilahi bir nefes üfledi” ifadesini kullanmıştır. Peygamberler de “vahiy” aldıklarını söyler. Acaba edebiyatçıların bu ortak hissi, “Bilinçaltı yansıması” mıdır, yoksa “Hakikatte var olan bir Yaratıcının ruhlara üflediği” boyut mu? “Bilmiyorum” diyorsan, tamamen “sanrıdır” diye de kestirip atamazsın. Çünkü edebiyat tarihinin altın sayfalarını oluşturan çoğu eser, “ilahi”ye dair inançla ruhlanmıştır.

Agnostik edebiyatçı, edebiyatın tanrısal motiflerle dolu olduğunu görüyor; bunu “kültürel bir tema”ya indirgemek isteyebilir. Ama o zaman “Neden en büyük eserler sürekli ilahi bir çekirdek etrafında döner?” sorusu açık kalır. Şiirler, destanlar, romanlar “teklik”i, “peygamberi”, “ilahî aşk”ı, “ebedî hayat”ı anlatmaktan bıkmamış. “Bilmiyorum” derken “Hadi canım” diyerek inanç boyutunu küçümsersen, edebiyatın ruhtan beslendiği asıl damarı koparırsın.

Zira insan hikâyesinin zirve noktaları “peygamber” motifinde somutlaşır: Ahlakın en yüksek düzeyini temsil eder, aşkın sevginin en saf şeklini gösterir, mucizelerle ‘görünmeyeni görünür’ kılar. Edebiyat bu anlatılarıyla insanı derinden sarsar. “Evet, bunlar boş değil, belki de hakikatin ifşası” diyenler hiç de az değil. Agnostiksen, “Hâlâ bilemiyorum” diyebilirsin, ama ortada koca bir “ilahi kaynak” ihtimali var. Bunu yok saymak, “bilmiyorum”dan “karşıyım”a geçmek olur.

Oysa yazarlar ve şairler yüzyıllardır “Allah ve Resul” temasından beslendiler. Mevlana’nın Mesnevi’si, Necip Fazıl’ın şiirleri, T.S. Eliot’un dinsel arka planı, Tolstoy’un maneviyat arayışı… Bunlar basit “mit” veya “yanılsama” olarak açıklanamaz. Belki de yazarlar en derininde, hakikati sezdiren bir “ilahi sese” kulak vermiştir. “Bilmiyorum” diyorsan, “peki belki de haklılar” diye de devam etmelisin. Öyleyse hakikati bilmeye niyetlenmek, edebiyatın bu ilahi menbaına yaklaşmaktan geçiyor olabilir. “Ben agnostiğim, tarafsızım” demekle yetinirsen, edebiyatın damardan gelen sesine sağır kalabilirsin.

Demek ki edebiyatın büyük korosu, “kutsala” dair güçlü bir ezgi söylüyor. Peygamber öyküleri de bu koroda merkezî yer tutuyor. “Bilmeme” halini sonsuza dek sürdürmek, aslında bu ezgiyi ciddiye almamak demek olabilir. Oysa belki de ezgi seni “Allah ve Resul”e yönlendirmek, ruhunun boşluklarını doldurmak için var. O zaman “bilmiyorum” diyerek kulak tıkamak mı, yoksa “olabilir” deyip dinlemek mi? Edebiyatçı sezgin, ikinciyi öneriyor olmalı.