Agnostik Psikolog ARKADAŞIMA MEKTUP

İnsan zihin ve davranışlarının inceliklerini keşfederken, bilinçdışı süreçler, travmalar, kaygılar, varoluşsal sorular, ahlak, vicdan, meaning (anlam) arayışı gibi konularla sık sık karşılaşıyorsun. Görüyorsun ki insan sadece “beden ve biyoloji”den ibaret değil. Depresyon, panik atak, kişilik bozuklukları, intihar eğilimleri… Tüm bunların ötesinde, insanın derin bir “anlam, amaç, huzur” arayışı var. Bu ihtiyacı nasıl açıklıyorsun?


Agnostiksen, “Din, bir çeşit manevi destek mekanizması olabilir ama Tanrı veya peygamber hak mı, bilmiyorum” diyebilirsin. Fakat terapide bile, birçok insanın “inançla rahatladığı”nı, “dua ve manevi desteğin” moral bozukluklarına iyi geldiğini gözlüyorsun. Bu ‘inanç gücü’ nasıl oluşuyor? Rastgele bir kültürel miras mı, yoksa gerçekten “içsel bir ihtiyaç”ın tezahürü mü?


Çocukluk travmalarından kimlik bunalımlarına, benlik algısından özgüven eksikliğine kadar bir sürü sorunun temelinde “değer ve anlam” eksikliği olduğunu fark edersin. İnsan, “niçin yaşıyorum, ölümden sonra ne olacak, hayatın gayesi ne?” sorularıyla baş başa. Eğer net bir cevabı yoksa, sık sık ‘varoluşsal kaygı’ yaşayabiliyor. Pek çok din, bu sorulara “Allah’a kulluk, ahiret inancı, ebedi hayat” gibi cevaplarla huzur ve özgüven aşılıyor. Hatta çeşitli araştırmalar, dindar insanların psikolojik dirençlerinin daha yüksek olduğunu rapor eder. Bu, “Din bir plasebodur” diye geçiştirilmek için fazla güçlü bir etki değil mi?


Belki “Bilmiyorum, Tanrı gerçekten var mı yok mu” diyorsun. Ama insanın içindeki “sonsuzluk ihtiyacı, mutlak sevgi arayışı, daimi güven talebi” gibi duygular, “Yaratıcının varlığını” pekiştiren bir ipucu olabilir. Çünkü bilinçdışı bile, “Mutlak bir desteğe” özlem duyar. Bu “dışsal bir tanrı fantazisi” midir, yoksa “ruhumuzun gerçek bir İlahi Kaynak’a programlı oluşu” mu? İnkâr edilemez bir soru. Samimi bir agnostik, “Belki hakikaten Allah var, insana bu ihtiyacı vermiş ve peygamberler de O’nun rehberliğini açıklıyor” tezini mümkün görmelidir.

Peygamberler, insanlığa “Aşk, merhamet, sabır, umut, tevazu, şükür, tövbe” gibi kavramlar öğretiyor. Yüzyıllar öncesinden, belki de psikoterapinin söylemek istediği birçok şeye işaret ediyor. Travma yaşamış bir birey gibi, yozlaşmış toplumlar da “moral çöküş” içindeyken bir “resul” geliyor ve “Doğru yola dönün, arınıp kurtulun” mesajı veriyor. Bir psikolog olarak, bu “dönüşüm terapisini” tarihin defalarca kaydettiğini bilirsin. Milyonlarca insan, peygamberlerin öğretileriyle ruhsal dinginlik yakalamış. Bunca geniş ölçekli, uzun vadeli terapiyi salt “efsaneler” diye göz ardı edebilir misin?

Modern psikolojide “Duygu düzenleme, travma iyileştirme, öz-şefkat geliştirme” gibi yöntemler revaçta. Dini inanç ve ibadetlerde de benzer mekanizmalar var: Tövbe, yakarış, sabır, tevekkül, tefekkür, şükür… Hepsi, duygu ve düşünceleri dönüştürme gücüne sahip. “Bunlar kültürel tesadüf” demek belki mümkün, ama “içimizdeki boşluğu gerçekten doldurabilen, belki de Yaratıcı kaynaklı bir reçete” demek de en az o kadar mümkün. “Bilmiyorum” dediğin an, “Bu reçeteyi bir ‘ilahi vahiy’ olarak ciddiye almak” seçeneğini de kabul etmek zorunda kalırsın.

İnsan psikolojisi “benlik” duygusuna sıkı sıkıya bağlı. Fakat benlik duygusunun üzerinde “öteki”yle bağ kurma, sevgi, dayanışma ihtiyacı var. Özellikle “aşkın bir varlığa” duyulan sevgi ve bağlılık, psikolojik bakımdan güçlü bir iyileştirici etki gösteriyor. “Allah” inancı, insanın benlik sınırlarını aşıp, daha büyük bir merhamet gölgesine sığınmasını sağlıyor. Peygamberlerse, “Zaten bu, varlığın gerçeği; Yaratıcınıza yönelin” diyerek insana ömür boyu sürecek bir ‘terapi yöntemi’ sunmuş oluyor. “Bilmiyorum” diyerek bunu reddetmen, gerçekte “Ben bu manevi eksikliği sırf kültür ürünü sayıyorum” demek olur ki, bu da bir ‘inanç’ biçimidir.

Eğer “Agno­ti­k­lik” adına “var” diyen ihtimali kapatıyorsan, gerçekte “yok” hükmü veriyorsun. Hâlbuki psikoloji, insanın “kendinden öte, aşkın bir dayanağa” yönelme ihtiyacını, manevi deneyimlerin şifa gücünü saklamıyor. Bu kadar evrensel bir fenomen ‘boş’ mu? “Var” diyenler, “Bizzat Allah bu ihtiyacı fıtrata kodladı ve peygamberler göndererek onun nasıl tatmin edileceğini öğretti” şeklinde açıklıyor. “Bilmiyorum” diyorsan, “O da mümkün” demek zorundasın.

Eğer ruhsal sarsıntı içinde birinin “belki Tanrı vardır, bana ümit verebilir” deyişini “boş bir ümit” diye kestirip atarsan, kendini bir anda “inkârcı” konumda bulabilirsin. Ama “bilmiyorum” demek, “olabilir” diyebilmeyi de gerektirir. Dahası, evrensel ve derin bir ‘anlam arayışı’nın karşılığının gerçekten var olması muhtemel. Yani ‘Allah’ın bir “gerçek şahsiyet” olması, peygamberlerin Onun mesajını getirmesi, bütün psikolojik ‘boşluk’ sebeplerini açıklayabilir. Çünkü bir “yaratılış amacına” inanan kişi, güçlü bir varoluşsal tatmine ulaşabiliyor. “Bilmiyorum, ama belki yok” dediğin an, insanın bin yıllardır aradığı ‘ebedi dayanak’ fikrini yok saymış oluyorsun. Psikolojik çarklar, bu yok sayışla belki “boşluk” hissini devam ettirecek.

Bir psikolog olarak iç dünyaya dair hassas gözlemlerin var. Gördüğün üzere, insan sadece “yemek, içmek, üremek”le tatmin olmuyor. İstersen “zihinsel program” de, istersen “ruhsal fıtrat” de; ama her hâlükârda “sonsuz aşkınlık” arayışı bariz. Dinî inanç ve özellikle peygamberlik olgusu, bu arayışa en bütüncül cevabı sunuyor. Agnostik olarak “Ben bilemem” deme hakkın var, ancak “belki tam da doğrudur” deyip meseleyi irdelemek zorundasın. Yoksa ‘agnostik’ sıfatıyla “dışlıyorum”a kayarsan, insan psikolojisinin en derin gerçeğini es geçmiş olursun.

Hâl böyleyken, “Allah ve Resul” iddiasını ciddiyetle değerlendirip “Bu ilahi reçete, insanın ruhuna şifa olabilir. Hem de sadece ‘ihtimal’ değil, kuvvetli bir ihtimal” demek, dürüst bir bakış olur. “Bilmiyorum” diyerek tüm manevî reçeteye sırt dönmekse, belki de senin (ya da danışanlarının) en büyük şifa kapısını kapatmak anlamına gelebilir. Madem insanın ruhu “kökü derinlerde” bir huzur arıyor, kim bilir, belki de o kök “yaratıcımız”a uzanıyor. Peygamberler ise o kökü sulayan, besleyen, bilincimize açan en güçlü vasıtalar.

Bir terapist olarak, danışanının tüm seçenekleri değerlendirmesini istersin. Aynı şekilde kendin de, “bilmiyorum” gerekçesiyle “ilahi imkânı” yok sayma. Çünkü ilahi gerçeklik varsa, O’nu reddetmek –hele bunca delil varken– telafisi güç bir kayıp olur. Psikolojik boyutta en güçlü teselli ve rehberlik kaynağını göz ardı etmiş olursun. İnananların “Rabbim var, peygamberleri bize doğru yolu öğretti” diyerek kazandığı direnci sırf kültürel bir fenomene indirgemek, bilimsellik değil, taraflılıktır. Gerçek bir agnostik, “bilmiyor”sa bile “belki de aynen böyle” demekten korkmamalıdır. Ve eğer her şeyin gösterdiği gibi “böyle”yse, hakikat seni bekliyor demektir.