Agnostik Antropolog ARKADAŞIMA MEKTUP

İnsan toplumlarının kültürel çeşitliliğini, akrabalık sistemlerini, mitleri, ritüelleri, törenleri, sembolleri, efsaneleri, sanat ve inanç pratiklerini incelerken, yerel kabilelerden büyük imparatorluklara kadar uzanan sonsuz bir renk paletiyle karşılaşıyorsun. Antropoloji, insanın doğaüstüne yönelme eğilimini, dinsel pratiklerini, totem ve tabularını, geçiş ritüellerini, tapınma veya kurban törenlerini, kutsal mekân inşa etme geleneğini mercek altına alır. Bu çalışmalar sonucunda anlıyorsun ki, insan sosyal ve maddi ihtiyaçlarının ötesinde “kutsala yönelme”, “aşkın bir varlıkla iletişim kurma” gibi evrensel bir tavır sergilemiş.


Agnostik bir antropolog olarak, “Belki bu tanrısal inançlar sadece evrimsel-psikolojik bir mekanizmadır, belki de hakikatte var olan bir ilahi kaynağı yansıtıyordur. Tam emin olamam” diyorsun. Lâkin, farklı coğrafyalarda yaşayan toplulukları incelediğinde, benzer “yaratılış mitleri”, “ölüm sonrası yaşam” inançları, “kurban” pratikleri, “tanrısal figürler” ve “peygamber benzeri kült kahramanları” görmen seni durup düşündürüyor. Yoksa insanın kolektif hafızasında “gerçekten var olan bir aşkın varlığa” dair bir anı mı saklı?


Antropolojide, her mitin veya ritüelin bir toplumsal ihtiyacı giderdiği düşünülür: Avcı-toplayıcı dönemde tabular, tarım toplumunda bereket ritüelleri, göçebe toplumlarda totem hayvanlar… Yine de “farklı toplumlar sıklıkla birbirine çok benzeyen tanrı portreleri, cennet-cehennem motifleri, yaratılış hikâyeleri üretebiliyor” gerçeği göz ardı edilemez. Rastgele kültür evriminde böylesi bir “tematik örtüşme” ne kadar muhtemel? Mesela “Nuh Tufanı” benzeri anlatılar dünyanın pek çok efsanesinde mevcut. Ya bu “tuhaf ortaklık” sadece tesadüfse? Ama bir yandan, “Peygamberlerle aktarılan bir hakikat parçası, farklı toplumlarda farklı versiyonlara dönüşmüş olabilir” tezi de hiç yabana atılacak gibi değil.


Agnostiksen, “Hepsi kültürel bir üretimdir” diyebilirsin, ama bunun da %100 kesinliğinden emin olamazsın. Çünkü aynı kalıbı benimseyen inanç motiflerinin, binlerce yıl ve coğrafya ayrılıklarından sıyrılarak benzer biçimlerde belirmesi hayli şaşırtıcı. İlahi veya aşkın bir kaynaktan beslendiği, böylece “farklı ellere dağılan aynı mesaj” olduğu iddiası da akla yakın değil mi?

Tarihî ve antropolojik veriler, birçok toplumun kült kahraman tipine, bilge şaman veya mistik önder figürüne, “Tanrılardan mesaj getirdiği” kabul edilen kişilere sahip olduğunu gösteriyor. “Peygamber” veya “resul” olarak isimlendirilmemiş olsa bile, mitik anlatılarda “göğün buyruğunu ileten” karakterler hep var. Bazıları, büyük medeniyet devrimlerine öncülük etmiş. Bu her yerde görülen motif, “bilmiyorum”u dile getiren bir antropolog için sıradan bir tesadüf gibi mi geliyor, yoksa “Belki gerçekten Yaratıcı insanlara rehberler göndermiş, farklı toplumlar bunu efsane hâline getirmiş” ihtimalini mi doğuruyor?

İnsan kültürlerini böyle incelediğinde, “Agnostiğim, kesin konuşamam” diyebilirsin. Ama eğer “Belki de peygamberler hakikaten var olmuş, misyonları ilahi bir kaynak tarafından verilmiş” diyen görüşe kapıyı tamamen kapatırsan, kendi “bilmeme” ilkeni çiğnemiş olursun. Zira antropolog gözlemi, her toplumun ortak bir “kutsal elçi” figürünü, göğe ilişkin benzer fikirleri, ölüm sonrası ahirete dair anlatıları, ahlaki buyruklar taşıyan sözlü gelenekleri bilinçli veya bilinçsiz şekilde sakladığını ve aktardığını gösteriyor.

Antropologlar, insanın doğaüstü varlıklara inanmaya yatkın olduğunu, bunun evrimsel bir “strateji” veya “beyin modülü” olabileceğini öne sürer. Lâkin, bu açıklama “Sebebi sadece genetik miydi, yoksa asıl doğruluğa işaret eden fıtri bir anten mi?” sorusunu geçiştiremez. Dikkat et: Hangi izole kabileyi incelesen, bir “yüce güç” inancıyla karşılaşıyorsun. Bazısı gökyüzüne tapıyor, bazısı ata ruhlarına, bazısı tek ilaha. Pek çoğunda “soylu erdemler” yüceltiliyor, “zulüm, haksızlık, gasp” kötüleniyor. Sonuçta “Bunlar tesadüf” demek, gerçekte “Ben evrensel bir hakikat ihtimalini reddediyorum” duruşuna sürüklenmek olur. Agnostik bakış ise “Her yerde benzer ahlakî ve inançsal kodlar bulunması, belki de insanın Yaratıcıdan aldığı içsel bir ilhamın izidir” fikrine de açık durmalıdır.

Antropolojide gözlenen diğer bir husus: Kültür hiçbir zaman sabit kalmaz; değişir, dönüşür, yeni inanç katmanları eklenir. Kimisi putperestliğe kayar, kimisi tek tanrıcılığa geçer. Tek tanrılı inanç, çoğu yerde “peygamberin tevhid mücadelesi” ile yayılıyor. “Ben bilmiyorum” diyebilirsin, ama “İlahi dokunuş” tezi, bu periyodik “dinî reform” dalgalarını basit bir kültürel rastlantıdan daha sağlam açıklayabilir. Çünkü toplumlar sapıp bozuluyor, sonra bir elçi çıkıyor, saf inancı tesis ediyor. Antropolojinin temel bulgusu “Tüm toplumlar kutsala işaret eder, bazısı bozulunca kendi efsanelerinde kurtarıcı bekler” yönündedir. Ya gerçekten kurtarıcılar (peygamberler) geliyor ve tarih içinde bu rozetle anılıyorlarsa?

Agnostik duruş, bu seçeneği en az “her şey kültürel evrim ürünü” kadar makul görmeli. İnsan “bilmiyorum” diyorsa, “Belki de kültür evriminin gerisinde Yaratıcının sürekli müdahalesi var” demek zorunda kalabilir. Bunu yok saymak, “Kültür evrimi kendiliğinden olur” dogmasına yakınlaşmaktır ki, bu da saf agnostiklikle çelişir.

Antropolog kimliğinle onca kabile, medeniyet, ritüel, mit inceledin. Hepsinde ortak bir “yücelik arayışı” sezdin. Çoğunda “ilahi mesaj getiren önderler” efsane veya gerçek formda anlatılıyor. Bu kadar çok veriyi “tesadüfî inanç refleksleri” diyerek silmek, aslında “bilmeme” iddiasından çıkarak “inkâr” safına kaymaktır. Gerçek anlamda nötr kalabilmek için “Muhtemelen bir Yaratıcı var ve peygamberlerini her topluma yolladı. İnsanlık bu hakikati efsane, mit, ritüel hâlinde taşımaya çalıştı” seçeneğini de ciddiye alman gerekir. Nitekim bunca ‘ortak dinî dil’, “üst bir gerçek” olabileceğini gösteriyor.Kültürler, toprağın suya duyduğu ihtiyaç gibi, her devirde manevî rehbere aç olmuş. Yeryüzünün en izole noktalarında bile “gökten gelen sesin talimatı” efsanesine rastlıyorsun. Bu kadar tutarlı benzerlik, “Bilmiyorum, ama yoktur da diyemem” diyen biri için güçlü bir delil sayılmaz mı? O hâlde ya “Kültürel yanılgı” diyeceksin, ya da “Evet, belki ilahi bir hakikat var” diyeceksin. “Bilmiyorum” diye ortada kalmak, bu denli güçlü delillere sırt çevirmeni açıklamaya yetmeyebilir. Kısacası, antropolojinin her satırında peygamber izleri çıkıyorsa, belki de gözünle gördüğün kadar gerçeğe yakınsın: “İnsanlık, Allah’ın gönderdiği elçilerin rehberliğiyle şekillenmiş olabilir.”