Agnostik Biyolog ARKADAŞIMA MEKTUP
Hayatın inceliklerini, genetik kodun mucizevî düzenini, proteinden enzimlere kadar binbir fonksiyonun kusursuz işleyişini bizzat gözlüyorsun. DNA’nın dört harften oluşan diziliminde, en ufak bir mutasyonun bile bazen bütün organizmayı altüst edebildiğini bilirsin. Ayrıca hücrenin içindeki hormon ve enzim dengesi o kadar hassastır ki biraz bozulsa canlı yaşamı büyük zarar görür. Doğada belki milyonlarca çeşit, her biri karmaşık organizma, ekosistem içinde ahenkli biçimde bulunuyor.
Evrimin bile açıklamakta zorlandığı “nizam”
Evet, doğal seçilim mekanizması, mutasyonlar, genetik varyasyonların rolünü kabul ediyorsun. Fakat biliyorsun ki evrimsel süreç bile, belirli çevre şartları altında işler. O şartlar (sıcaklık, atmosfer bileşimi, suyun döngüsü, gezegenin konumu vs.) sağlanmazsa, canlılar ayakta kalamazdı. Bir kez oluşan canlılığın milyarlarca yıl, yüzlerce felaketten geçerek hâlâ çeşitlilikle devam etmesi, “muazzam bir diriliş” anlamına geliyor. Burada “Her an ‘öyle bir el’ var ki gerektiğinde sistemi onarıyor, bozulmaya yüz tutan dengeyi yeniden kuruyor” diyenlerin argümanı hiç de hafif değil.
Belki agnostik bakışın diyor: “Ben buna kesin karar veremem. Karşımdaki bu tablo ‘ilahi müdahale’ye de olabilir, ‘doğal süreçlere’ de.” Ama şöyle düşün: “Doğal süreçler” dediğin mekanizmaların da olağanüstü bir isabetle işlediğini görüyorsun. Her şey üst üste geldiğinde, canlıların var kalması için gereken şartlar adeta ince bir hesapla düzenleniyor. Rastlantı desek, anormal oranda bir “şans” gerektirir. Uzun bir süreçte hatalar giderilmiş olsa bile, neticede ortada “Biyolojik bir senfoni” var. Madem “bilmiyorum” diyorsun, bu “senfoni”nin bestecisi olabilecek bir kudret fikrini toptan dışlaman niye?
“Bilimsel yöntem bunu teyit edemiyor” diyebilirsin; ama teyit edememek, “asla yok”a eşit değildir. Agnostiksen, “belki var” demek kadar doğal ne olabilir? Eğer “Ben inanmıyorum çünkü göremiyorum” diyorsan, o zaman “bilmiyor” değil “inkâr ediyorum” demiş olursun. Bu ise tam olarak “agnostisizm” değil.
İnsan denilen varlık ve ‘peygamber’ kavramı
Biyolog gözüyle “insan”a bakarsan, diğer türlerden fiziken daha zayıf yönleri olmasına rağmen akıl, kültür, sanat, din gibi alanlarda olağanüstü yetenekleri olduğunu görürsün. İnsan, canlı türleri içinde “ahlak, merhamet, adalet, sevgi” gibi soyut değerlere tutunan belki de yegâne varlık. Bunların salt evrimsel gereklilik olarak belirmesi mümkün, ama böylesine derin kavramların farklı coğrafyalarda, farklı toplumlarda benzer biçimde kabullenilmesi, “insanın ortak bir fıtratla yaratıldığını” akla getirebilir.
Peygamberlerin önemi de burada beliriyor: Tarih boyunca onlar, “insanın bu fıtratını” ortaya çıkaran mesajlar getirmiş. Zulüm, sapkınlık, ahlaki çöküntü yaşadığında, insan toplumu içinden birisi “ilahi rehberlik” iddiasıyla ortaya çıkıyor, milyonu aşkın kişiye yön veriyor. “Bu tam bir uyum, tesadüf değil mi?” diye sormak yerinde olur. Çünkü rastgele kültürel devinimlerde nice lider de geliyor, ama birçoğu unutuluyor veya kitleleri uzun süre etkilemiyor. Oysa peygamberler, asırlar sonrasına dek milyarlarca insanın vicdanını şekillendirebiliyor.
Bu kadar güçlü bir tesiri “Haydi canım, sadece mitoloji” diyerek yok saymak, “bilmeme” hâline tam uymaz. Sen agnostiksen, “Belki de gerçekten Yaratıcı, insanlığın manevi ve ahlaki gelişimi için rehberler gönderiyor” ihtimalini kapatmaman gerekir. Aksi hâlde, “Bilmiyorum” deme; “Ben reddediyorum, böyle bir şey bana saçma geliyor” de. Ama bu da salt ‘inançsız’ bir yargıdır.
Manevi ekosistem ve “nöbetçi bakımı”
Doğada ekolojik sistemler bozulursa bir dizi düzenleyici mekanizma devreye girer. Orman yangınlarından okyanus asitlenmesine kadar birçok felaket, bir noktada ekosistemin yeniden toparlanmasıyla sonuçlanır. “Ekosistemin kendi kendini tamir gücü” diyebiliriz. Ama böylesine devamlılık, “Bir bilinçli mekanizmanın her an ayar yapması” diyen tezle de örtüşür. İnsanın manevi dünyasında da benzer bir tablo var: Ahlaki bozulma artınca, “düzeltici mesajlar” belirmiş. Tarihi incelediğinde, “kendi kültüründe yüzyıllarca etkili olmuş peygamberler” görüyorsun.
Mesela Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed gibi önderlerin getirdiği mesajlar milyonların hayatını kökten değiştirmiş. “Tamamen tesadüf eseri olabilir” dersen, orada bir çelişki başlar. Çünkü her dönemde bu zincirleme tesadüfün doğru zamanda, doğru mesajla, doğru etkiyi uyandırması bekleniyor. Sürekli “agresif mutasyonların milyonlarca yıl içinde bir şekilde işe yaraması” tezine benziyor. Ama neticede akıl, ahlak, merhamet gibi evrimsel açıdan “karmaşık” sayabileceğimiz kavramlarda evrensel bir buluşma var. Bu buluşma, “insanın fıtratına” hitap eden “ilahi talimatlar” sayesinde olabilir.
Agnostik bir biyolog, “Peki, benim laboratuvarım bunu gözlemleyemiyor” diyebilir. Laboratuvara sığmaz diye varlığını inkâr mı edeceksin? Her gerçeği deneye sıkıştırmak mümkün mü? Duygular, düşünce, metafizik, varoluş… Bilim araçtır, ama insan varlığı bilimden daha geniş boyutlar barındırır.
“Bilmiyorum”un ötesine geçmek mümkün
Elbette “bilmiyorum” demek, kendi başına bir itiraf olarak dürüst olabilir. Lakin bu itiraf, eğer “muhtemel gerçeklerden uzak durma” aracı hâline geliyorsa, samimiyetini yitirir. Çünkü karşında duran bütün bu biyolojik olağanüstülük, varoluş gizemi, peygamberlerin tarihî etkisi, seni “Belki de ortada gerçekten bir Yaratıcı ve Onun elçileri var” önermesine yaklaştırıyor. “Bilmiyorum” diyerek kulak tıkamak yerine, “Bu kadar işaret, insanı inanmaya sevk ediyor olabilir” diye düşünmek daha dürüstçe olmaz mı?

Yıllardır hücredeki metabolik yolların veya ekosistemdeki girift ilişkilerin ne kadar narin olduğunu gözlemliyorsun. Buralarda “kendi kendine mükemmellik” diye bir şey bulabilmek çok zor. Çünkü sürekli bir dengeyi koruyabilmek için devamlı düzenlemeler, geribildirim mekanizmaları, tam “bilen” veya “yönlendiren” yapılar gerekiyor. Öyleyse evrenin genelinde de, insanın manevi dünyasında da aynı işleyiş bulunabilir: Bir “Mutlak Yönlendirici” ve “Onun zaman zaman gönderdiği rehberler.”
Biyoloji gibi büyük bir tabloya baktığında, “Hâlâ ikna olmadım” deme hakkın saklı. Fakat en azından “ikna olmadım” derken, “Bu da bir ihtimaldir, belki de gözüm görmüyor ama var” diyebiliyor musun? Eğer diyemiyorsan, “bilmeme” konumu dışına çıkmış, “inkâr” konumuna geçmiş sayılırsın. Zira gerçek agnostik, “Varlıksızlık ihtimali kadar, varlık ihtimali de masada” der.
Ama evrendeki bunca işaret, bunca hassas düzen, bunca ahlaki ve manevi fenomen, senin “varlık ihtimali”ni “yokluk ihtimali”nden çok daha akla yakın hâle getiriyorsa, sırf “Ben kim bilir” diyerek durman, kendine karşı dürüstçe bir yaklaşım olmaz. Belki de artık “Evet, ortada kuvvetli bir ilahi iz var. Bu iz, Resullerin getirdiği mesajlarla daha anlaşılır oluyor” demek, seni o araftan kurtaracak.
Netice
Agnostik bir biyolog, kendi ilmî disiplini içinde hangi veriye bakarsa baksın, “Hayatın ilk kökeni, devamlılığındaki aşırı incelik, insanın fıtri ahlak eğilimi, tarihsel rehberlikler” gibi konularda büyük bir boşluğa rastlar: Bunlar, “Basit bir rastlantı” açıklamasıyla geçiştirilemeyecek kadar olağanüstüdür. “Belki de Yaratıcının her an koruduğu ve peygamberlerle yön verdiği bir düzen var” diyenleri dışlamak yerine, “evet, makul bir ihtimal” demek daha tutarlıdır. “Bilmiyorum”u aşarak “Hiç yoktur” demek de felsefî cesaret ister, çünkü iddia çok büyür.
O hâlde, “Ben bilmiyorum” deme yaklaşımıyla “Belki gerçekten Allah var ve O, peygamberleriyle insanı uyarmış” düşüncesini büsbütün göz ardı edersen, kendini kandırmış olabilirsin. Zira ahlâk, varoluş, insanın manevi cephesi gibi pek çok veriye duyarsız kalmak, bilimsel bir agnostisizm değil, saklı bir reddiyedir. Ciddiyetle baktığında göreceksin ki sistem, kimyasal ve biyolojik boyutta inceliklerle dolu olduğu gibi, manevi boyutta da “koruyucu, düzenleyici” müdahaleler taşıyor. Bu kadar çok gösterge “Varsayalım ki yok” diye geçiştirilmemeli.
Belki şu anda bir eşiktesin: Tüm bu veriler seni “evet, ilahi bir akıl” düşüncesine davet ediyor. Peygamberler de tam bu noktada “İşte o akıl, Yaratıcın olan Allah’tır. Sana gayeni bildiriyor” diye sesleniyor. Agnostik duruş, bu seslenişe “Kim bilir” diyerek sırt döndürmemeli. Kendi kalbinin, aklının, fıtratının sesini dinle: Bu ince ayar boşuna mıdır? Bu muhteşem canlılık, sadece şansa mı emanettir? Bu peygamberler neden tarih boyunca aynı temel değerleri dillendirmiştir? “Bilmiyorum” yerine “Evet, Allah ve Resulü gerçektir, inanıyorum” demek, belki de senin için hem ilmî hem vicdanî en tutarlı sonuçtur.
Sonuçta, eğer “İlahi düzen ve peygamber hakikati” varsa (ki deliller gayet kuvvetli), ona inanmamak büyük bir kayıp olacaktır. “Bilmiyorum” derken reddediyor olabilirsin. Oysa hakikate kapı aralamak, senin bilimsel dürüstlüğünle de, insan oluşunla da çok daha uyumlu duruyor.
“Agnostisizm” dediklerin, seni sadece arafta tutuyorsa, belki de oradan çıkmanın vakti gelmiştir. “Bilmiyorum” demek, “hiçbir zaman bilemeyeceğim ve dolayısıyla yok sayıyorum” diye algılanmamalı. Tam tersine, bunca işaret varken “bilmek ve inanmak” kapısı ardına dek açık. İsteyen, o kapıdan içeri girebilir. Aksi hâlde, ‘agnostik’ sıfatı, gizli bir gaflet perdesine dönüşür.
Allah ve Resulü’ne iman etmek, sadece bir duygu işi değil; aklın, kalbin ve fıtratın ortak sesi olabilir. Bilimsel veriler, evrendeki ve hayattaki hassas düzenin “boşuna olmadığını” haykırıyor. Tarihî olgular, peygamberlerin tesadüfi kültürel önderler değil, büyük bir plana hizmet eden gerçek elçiler olabileceğini işaret ediyor. Geriye ne kalıyor? Samimi bir düşünce ve karar… “Bilmiyorum” bahanesinden çıkıp “Evet, bana verilen bunca işaret, Allah ve Resulü’nün hak olduğunu gösteriyor” demek.
Zira kimyasal, biyolojik ve kozmik ince ayarın boşu boşuna var olduğunu düşünmek, “akıl, mantık ve vicdan” üçgeninde çok daha tutarsız görünüyor. Dolayısıyla, inanmamak için ciddi bir neden yokken “emanet” verilmiş şu ömrü, arafta veya “bilmeme” konumunda heba etmek de akıllıca durmuyor. Her şey seni “inan”a doğru sevk ediyor. Kabul etmek ya da etmemek senin özgür iraden; ama unutma ki bu evrenin büyük sesi, “Sahipsiz değilim, Yaratanım var, elçileriyle sana sesleniyor” diyor. Ona kulak vermek, gerçek özgürlüğün başlangıcı olabilir.