Agnostik Felsefeci ARKADAŞIMA MEKTUP
Varlığın özüne, bilginin doğasına, ahlakın kaynağına, gerçekliğin ne olduğuna, insan zihninin nelere muktedir olduğuna dair en temel soruların peşinde koşan bir disiplin: Felsefe. Sen de bu alanın içinde yer alan, ama “Agnostiğim; kesin sonuç yok, nihai cevabı bilmiyorum” diyen bir filozofsun. Belki Platon’un idealar teorisini, Aristoteles’in form-madde anlayışını, Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesini, Kant’ın “numen-fenomen” ayrımını, Hegel’in diyalektik idealizmini, Nietzsche’nin Tanrının ölümü tezini, Varoluşçu ve Postmodern yaklaşımları, Analitik felsefenin mantık sorgulamalarını incelemiş bulunuyorsun. Hepsinin farklı yollarla “mutlak gerçeğe” yahut “nihilizme” ulaştığına, kimisinin Tanrı’yı kabullendiğine, kimisinin reddettiğine şahit olmuşsundur. Peki sen agnostik bir filozof olarak nerede duruyorsun?
Sonsuz Soru Sorma ve ‘Bilmeme’ Hali
Felsefe, temelde “Soru sorma” işidir: “Varlık nedir, nasıl var olur, ben kimim, ahlakın temeli nerede, özgürlük illüzyon mu, evrenin amacı var mı, bilgi ne kadar güvenilir, zihnim dış dünyayı nasıl temsil ediyor?” gibi sonsuz sayıda soru. Tarih boyu bu sorulara farklı cevaplar getirildi. Kimisi “Metafizik var, aşkın bir hakikat var” dedi, kimisi “Sadece madde var, geri kalan hayal” dedi. Sen “Bütün bu cevaplarda kendimi tam ikna olmuş görmüyorum. Bilmiyorum” diyorsun. Agnostik felsefe, ‘mutlak doğruluk’tan kuşku duyar, tıpkı bir Skolastik dogmayı reddeden Orta Çağ düşünürü gibi, “Duyular yanılabilir, akıl da sınırlı, belki asla gerçeği bilemeyiz” vurgusu yapar.
Ancak bu “bilmeme” tutumu felsefenin özündeki merak ateşini söndürüyor mu, yoksa körüklüyor mu? Bir anlamda, “Her an yeni bir hipoteze, yeni bir delile açığım” diyerek zihnini özgür bıraktığını düşünüyorsun. Fakat bir diğer açıdan, “Ben mutlak bir karara varamam” diyerek felsefenin final adımını atamıyor olabilirsin. Belki de “Gerçeği nihai düzeyde bulamam, ama aramaya devam ederim” yaklaşımı. Bu, teoride tutarlı görünebilir; pratikte ise “acaba büyük resmi kaçırıyor muyum?” sorusunu da akla getiriyor.

Metafizik İhtiyaç ve Felsefenin Sınırları
Felsefe, “Neden bir şey var da hiç yok?” sorusundan “Tanrı nasıl bir varlıktır?”, “Ruh diye bir şey var mı, bedenle ilişkisi ne?” sorularına uzanır. Kimileri Platon gibi “İdeaların aşkın âlemine” kapı aralar, kimileri Aristoteles gibi “Hareketsiz ilk hareket ettirici” kavramıyla Tanrı’yı mecburen kabul eder. Skolastik düşüncede Aquinas, “Tanrı her an varlığı sürdürendir” diye ısrar eder. Modern dönemde Descartes, Tanrı’yı “kesin bilginin garantörü” olarak konumlandırır. Spinoza, “Doğa = Tanrı” diyerek panteizme yakın bir tavır alır. Kant, Tanrı’yı pratik aklın postülatı sayar. Hegel, tarihsel süreçte mutlak aklın tecellisinden söz eder. Hepsinde “merkezde” bir şekilde aşkınlık fikri yer alır. Sence bu kadar filozof, farklı motivasyonlarla da olsa “mutlak bir varlık”a işaret ediyorsa, bu gerçeğin bir izini taşımaz mı? “Bilmiyorum” diyerek hepsini iptal edebilir misin?
Zira tarihsel felsefe, “Tanrı vardır” diyenleri de, “Tanrı yoktur” diyenleri de barındırır. Ama “Yoktur” diyenler bile temelde “Bu dünyada aşkın bir düzene rastlamıyorum” diye kanıt arar. Bir agnostik filozof, “Bu kanıtlar beni tamamen tatmin etmedi” diyor olabilir. Fakat “tamamen tatmin etmedi” demek “ihtimal dışı” mıdır? Çünkü tam tersi, “Her an aşkın bir kaynağı işaret eden” argümanlar da var: Ontolojik argüman (Anselm), Kozmolojik argüman (Aquinas), Teleolojik argüman (Paley), Ahlak argümanı (Kant), Bilinç argümanı, vb. Her biri “Tanrı’yı izah etmede” farklı pencereler açar. “İkna olmadım” demek, “tam yok” şeklinde bir hüküm de olabilir mi?
Ahlakın Kaynağı ve Peygamberlerin Rolü
Felsefe bir yandan da “etik”le boğuşur: İyi nedir, kötülük neden var, insan niçin sorumluluk hisseder, vicdan dediğimiz mekanizma nedir, hangi eylem meşru? Pek çok filozof “evrensel ahlak kanunu”na dair sezgiler geliştirmiştir. Kant “öyle eyle ki eylemin temelindeki ilke evrensel yasa olsun” diyerek “kategorik imperatif” tanımlar. Peki bu “evrensellik” nereden geliyor? Evrende her şey “fiziksel fayda” peşinde koşabilirdi. Neden “dostuna yardım etmek, mazlumu korumak, bencil olmamak” gibi normlar evrensel değer kazanır?
Tarih gösteriyor ki bu evrensel normlar genelde “peygamberlerin vaazıyla” biçimlenmiş. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed gibi büyük elçiler, toplumsal ahlak anlayışını kökten değiştirmiş. Agnostik bir filozof şöyle diyebilir: “Bu, kültürel bir süreçti.” Ama bir diğer soru: “Neden benzer ahlakî ilkeler, farklı dönem ve coğrafyalarda tekrar tekrar geliyor? Rastgele mi, yoksa ilahi bir aklın tekrarlayan öğretisi mi?” Bir felsefeci “Bilmiyorum, emin değilim” diyebilir; fakat bu kadar çarpıcı bir uyum “yok sayılacak” kadar önemsiz değil.
“Peygamberler sadece efsane, gerçekte yok” diyenler var; ama bu şahsiyetlerin varlığını tarihsel açıdan reddetmek çok zorlu. Hz. Musa ve Hz. İbrahim’in yeri çok kadim, Hz. İsa ve Hz. Muhammed zaten tarihî belgelerde net. O hâlde “Bu insanlar gerçekten yaşadı ve ‘Allah’tan vahiy aldıklarını’ söylediler, milyarlar da inandı.” Bunu, “Tamamen psikolojik veya sosyal bir fenomen”le açıklamak felsefî bir varsayımdır. “Gerçekten Tanrı vardı ve onlarla konuştu” tezi de en az o kadar makul. Agnostiksen, ikisine de kapı açık tutman gerekir.
Varoluşçu Kaygı ve Nihilizm Seçeneği
Bazı filozoflar, “Evren anlamsız, insan yalnız, Tanrı yok” diyerek nihilizme ya da ateizme savrulur. Varoluşçuluk (Sartre, Camus) belki bu damarı en net ortaya koyar. “Yaşam absürt, kendi anlamını kendin yaratmalısın.” Evet, popüler bir söylem. Fakat pratikte “İnsan kendi anlamını yaratmaya çalışırken” pek çok çelişki yaşar: Neden ahlaklı olayım, neden adil olayım, neden fedakârlıkta bulunayım? Ateist varoluşçular “Özgürlüğün bedeli bu çelişki” der. Peki “Agnostik filozof” olarak sen diyorsun ki “Gerçekten, belki Tanrı var da biz anlamsız değiliz; bilemiyorum.” O zaman varoluşçu bunalım, “bilmemenin” pençesinde daha da derinleşebilir. Ya “evren sahipsiz değilse” ve sen fark etmeden ‘anlamsızlık’ girdabında çırpınıyorsan?
İnanç felsefesinde “İman etmemek büyük bir risk” olduğu söylenir. Pascal, “Eğer Tanrı yoksa inananlar kaybetmez, varsa inanmayanlar kaybeder” argümanını (Pascal Bahsi) ortaya atmıştır. Bu, salt faydacı bir yaklaşım gibi görünse de, felsefî bakımdan “ihtimal yok değil” der. Agnostiksen, “Bu bir kumar, ben kumar oynamam” diyebilirsin; ama “Zaten fiilen oynamış” da olabilirsin – inanmamayı tercih ediyorsan, “Tanrı varsa” senin için ciddi bir risk.
Epistemik Sınırlar ve Peygamber İddiası
Felsefe, “neleri bilebiliriz” diye sorduğunda “Duyu algılarımız, akıl yürütmemiz, deneyimlerimiz” diyor. Mistik deneyimler, vahiy, kehanet gibi alanları “Bilimin ölçemeyeceği” kategoriye iter. “Bilmiyorum” diyen felsefeci, “Ben bunları doğrulayacak imkâna sahip değilim” der. Ama doğrulayamamak, “yok” demekle aynı değil. Tekrarlayalım: Agnostiksen, “var da olabilir” ihtimaline tamamen eşit oranda açık olmak zorundasın. Aynı şekilde “yok” diyen ateistlerden farklı konumda olmalısın. Oysa bazı agnostikler, pratikte ateizme çok yakın durur. Bu, “bilmiyorum”un arkasında “Muhtemelen yok” eğilimi taşır. Bu, felsefi dürüstlüğe ters düşebilir.
Peygamberler “ilahi mesaj” tecrübesini yaşamış ve insanlara “daha geniş bir epistemik kanaldan aldıkları bilgiyi” aktarmış olabilir. Veya hepsi “kültürel zihin halüsinasyonu.” Bu ikisini ayırmak, salt bilimsel deneyle mümkün değil. Dolayısıyla “bilmiyorum” diyenin “Belki hakikaten bir aşkın iletişim var” seçeneğini de ciddiye alması gerekir. Burada “vahyin iç tutarlılığı, tarihsel etkisi, milyarlarca insanı etkileme gücü, semavî metinlerdeki olağanüstü derinlik” gibi veriler “bir şeyler var” diyenlerin elinde kalır. Felsefe, “Bu tesadüf değildir” diyebilir.
Mantık, Matematik ve Aşkınlık
Felsefeyle içli dışlı biri olarak, matematiksel mantık, dil felsefesi, mantık yapıları senin ilgi alanına girebilir. “Gerçek” dediğimiz şey, aklın yapısına uygun mudur, yoksa akıl sadece bir alet midir? “Mantık evrensel” dediğinde, eğer “insandan bağımsız bir mantıksal âlem” tasavvur ediyorsan, “Mutlak aklın varlığı”na yaklaşırsın. Platon bu mutlak aklı “idea” diye adlandırmıştır. “Yaratıcı bir Tanrı” diyerek de bu fikri teist yöne kaydırabilirsin. Oysa “bilmiyorum” diyorsan, “belki de idea âlemi yok, sadece beyin devreleri var” sonucuna mı varacaksın? O zaman “Bu kadar evrensel mantık nereden çıkıyor?” sorusu boşta kalıyor.
Şu da var: “Mutlak gerçeği” arayan birçok filozof, sonunda bir çeşit “ilah” ya da “mutlak akıl” fikrine tutunmuş. Wittgenstein bile dilin sınırlarında, “susmak” zorunda kalınca metafizik bir boyuta işaret ediyor. Heidegger “Varlığı” sorgularken “hiçlik”le yüzleşiyor, ama “Varlığı kim var etti?” sorusunu tam kapamıyor. “Bilmiyorum” diyen bir agnostik, bunca büyük düşünürün bir şekilde Tanrı veya aşkınlık kapısına yaklaştığını görünce “Acaba ben de oraya bakmalı mıyım?” sorusuyla yüzleşmez mi?
Peygamberlerin Felsefî İçerikleri
Peygamberler, “sadece dini emirler verir” sanılır, ama mesajlarında felsefi boyutlar da bulunur. Mesela Kur’an, “Göklerde ve yerde ibretler vardır, akıl edin, düşünün, tefekkür edin” der. Eski Ahit’te “Hikmet, Rab’den gelir” vurgusu yapılır. Hz. İsa “İnsanın iç temizliğine” odaklanır. Bazı ayetler, kâinatı sorgulamaya, varlık âlemini incelemeye yöneltir. Bu, “ölçü, denge, düzen” gibi felsefi kavramlara dokunur. Yani peygamberlik, bir bakıma “felsefenin sorularına” da cevap taşır, “Felsefi bir bakışla Allah’a yönelebilirsin” der. Agnostiksen, “Hep inanç emri, dogma” diyerek kenara itmek ne kadar adil? Belki de “din”in felsefi unsurlarını görmezden gelmek, “bilmiyorum”un gerçekte “peşin bir reddediş” olduğunu gösterir.
Bilim-Felsefe-Din Buluşması
Modern dönemde bilim yükseldi, felsefe “bilimsel bulgulara dayanmalı mı dayanmalı mı” tartışmaları yaptı. Kimileri “bilimle din çelişir” dedi, kimileri “hayır, tamamlar” dedi. Bir agnostik filozof “Bilimsel veriler bana Tanrı’yı kanıtlamıyor” diye düşünebilir. Lâkin son yüzyılda, evrenin ince ayar teorileri, kozmolojik sabitlerin hassaslığı, kuantum mekaniğinin olasılık boyutu, parça-bütün ilişkisinin paradoksları gibi konular, “varlığın kendi başına pek de rastgele olamayacağını” sezdirdi. Felsefe de bu verileri yorumlayarak “metafiziğe kapı açıyor.” Yani “bilim” bizzat “ilahi bir dizayn”ı dışlamıyor.
Peygamberler de bilimi yok saymadı. Hz. Muhammed, “İlim Çin’de de olsa gidin alın” gibi bir perspektifi olan mesajlar bırakmış. Orta Çağ’da İslam dünyası, felsefe ve bilimi harmanladı. Yahudilik, Hristiyanlık geleneğinde de büyük bilginler, filozoflar yetişti. Yani “peygamber mesajları” bir “anti-bilim” dizgesi sunmak yerine, çoğu zaman “Evreni keşfedin, bu keşif sizi Yaratıcıya götürür” yaklaşımı taşıdı. Dolayısıyla “bilim-din çelişkisi” kadar “bilim-din uyumu” da tarihsel bir gerçek. Bu tablo, “bilmiyorum” deyip her şeyi kapamak kadar basit değil.
Son Değerlendirme: İnanmak veya İnkar Etmekten Farklı Olarak “Agnostik Kalmak”
Felsefe, karar vermekten ziyade “akıl yürütüp sorgulamak” olsa da, pratikte bir yaşama felsefesi de gerektirir. Sen “Agnostiğim, Tanrı ve peygamberler konusunu tam çözemiyorum” diyorsan, pratikte “inanmıyor” gibi mi yaşıyorsun, yoksa “ihtimaller var” diye mi? Eğer “hiç umursamıyorum” boyutunda yaşıyorsan, bu ateistik hayata yakın. Yok eğer “Karar veremedim ama belki ciddiye alsam iyi olur” diyorsan, o zaman “inanç kapısı”na yakınsın. Hangisi daha tutarlı? Felsefenin “pratik yansıması” burada önemli.
Dahası, tarih boyunca felsefenin büyük zihinleri bir şekilde “ilahi varlık”a yaklaştı. Senin “bilmiyorum” demen, “Onların ulaştığı neticeleri bana kanıtlamadı” anlamına gelebilir. Peki “Bu kadar büyük dehanın sezdiği hakikati ben mi kaçırıyorum?” sorusu ne olacak? Milyonlarca insanın ruhsal deneyimi, peygamberlerin çarpıcı mirası, kutsal metinlerin derinliği, evrenin anlaşılabilirliği… Tüm bunlar felsefenin “metafiziğe açılan kapısı”ndan bakıldığında “ilahi bir gerçeği” hayli güçlü kılıyor.
Senin “bilmiyorum” sözün, eğer gerçekten “Eşit mesafedeyim” demekse, bu kadar “Tanrıyı” gösteren delil ortada dururken “muhtemelen yoktur” demekle aynı olmaz. Çünkü “ihtimal” belki de çok daha kuvvetli bir “var olma” lehine olabilir. O hâlde, bu verileri “tarafsız” bir şekilde değerlendirsen, “bilmeme” tavrının seni bir adım ileriye, “belki var, hatta belki de gerçekten var” sonucuna götürmesi olasıdır.
Peygamberlerin Aşkın Hakikate Daveti
Son olarak, felsefe “hakikate” ulaşma çabasıysa, peygamberler de “O hakikat insana vahyedildi” der. Arada çelişki mi var, yoksa sentez mi mümkün? Kimine göre “Vahiy, aklın ötesinden gelen tamamlayıcı bilgidir. Felsefe, aklın kendi sınırında kaldığı için mutlak gerçeği yakalayamaz.” Belki de tam bu noktada “bilmiyorum” diyen sensin. Peki “Daha ötesi yoktur” yargısı da bir dogmadır. “Vahyin getirdiği mesaj gerçekten sabit bir yol haritası olabilir” dersen, felsefenin “her şey şüpheye açık” tavrıyla çelişir mi? Hayır, zira “felsefî akıl” ile “vahyin ışığı” bir arada düşünülebilir.
Agnostik filozof, “Ben bütün bu argümanları inceleyeceğim, gerekirse tekrar edeceğim, ama tam bir karar veremem” diyor olabilir. Ancak unutmamalı ki “Kararsız kalmak da bir karardır.” Çünkü pratikte ya “Tanrı ve peygamberlerin rehberliğini ciddiye alırsın” ya da “hiçe sayarsın.” Orta yol yok. Felsefe, varlık hakkında sana “farkındalık” sağlarken, “mutlaka bir tarafa geçmek zorunda değilsin” diyebilir. Lâkin “peygamberlerin daveti” gibi bir iddia karşısında “bilmiyorum” diyerek durmak, belki de gerçeği ıskalamak anlamına gelecektir.
Son tahlilde, felsefe “varlığın niçin ve nasılını” sorguluyorsa, inanç “Onun manasını” da sunar. Peygamberler, bu manayı net cümlelerle verir. Bu kadar netlik, felsefeye fazla gelebilir ama belki gerçeğin kendisi böyledir. “Bilmeme” hâlini korumak, “yitirme” tehlikesiyle dolu olabilir. Çünkü bir imtihan sahnesinde (dünyada) yaşıyor olabileceğin gerçeğini kaçırırsan, “sürekli sorgu” içinde finali göremeden göçebilirsin. Felsefe, “Nasıl bir final?” der, din “Ahiret ve ilahi hesap”la cevap sunar. Agnostik felsefeci buna şüpheyle bakıyorsa, “peki, ya doğruysa?” itirazıyla yüzleşmek durumunda kalır.
Demek ki agnostik felsefeci olmanın sorumluluğu, “Var olabilir” tezini asla göz ardı etmemek, hatta “var olması gayet olası” düşüncesini ciddiyetle tartmaktır. Büyük filozofların çoğunun evrenin kökenine ilişkin “İlahi varlık” fikrine yakın durduğunu hatırlarsan, belki sen de “bilmiyorum”u “Gerçekten var olması muhtemel” noktasında derinleştirebilirsin. Aynı şekilde peygamberlik, “insanın aklına ek olarak ‘vahiy’ suretiyle sunulan çok boyutlu bilgi” demekse, felsefenin “aklî” arayışını destekleyebilir, onu aşmaz.
Kısacası, “Agnostik filozofum” derken, evren, akıl, ahlak, varoluş, vahiy, peygamberlik gibi temaların her birinde gözüne çarpan devasa ipuçlarını “bilmeme” perdesiyle sonsuza dek kapatmanın, gerçekte “Ben inanmıyorum” diyerek kesip atmaktan farkı olmayabilir. Felsefe tam da “hayat”la ilgilenir; “bilmemen” belki en hayati kararı ertelemene yol açar. Oysaki “nihai soruyu cevaplamak,” felsefenin doruk noktasıdır: “Var mıyız yok muyuz, evren niye böyle, aşkın bir güç var mı, peygamberler hak mı?”… Böylesi büyük sorularda “Bilmiyorum” diyerek kalmak, tutarlı mı, yoksa “Çok sayıda delil var; belki akıl bu delilleri nihayetinde kabule yöneliyor” mu demeliyiz?
Belki de felsefenin “son sözü” bu: Tüm düşünürlerin, dinlerin, peygamberlerin, bilimsel verilerin, mantık argümanlarının birleştiği bir “hakikat” olabileceği. Onu tamamen reddetmek veya görmezden gelmek, aynı derecede bir “dogma” haline geliyor. O zaman “Agnostik felsefeciliğim” belki de seni “Ben nihayetinde inanmaya daha yakınım” noktasına getirir. Aksi hâlde, felsefen “sonsuz bir erteleme” kısır döngüsüne düşebilir.
Ve belki de bu sonsuz erteleme, senin en büyük kaybın olur. Zira bir ömür boyunca düşünür, “bilmiyorum” deyip durursun, fakat eğer “peygamberler”in dediği hakikaten doğruysa, “Vakit dolduğunda” öğrenmek için çok geç kalabilirsin. Felsefe, sadece sorgulamak değil, “gerçeği bulunca kabul etmek” cesareti de ister. “Bilmiyorum” modunda kalmanın huzuru, gerçekte “öğrenmeye direniş” maskesi olabilir. Bir gün gerçeğin kendisiyle yüzleşmek zorunda kalacaksın. O gün “Bunca felsefi işareti niçin yok saydın?” diye bir soru çıkabilir karşına. Gerçekten “İpuçları yetersizdi, kesin değildi” diyebilecek misin, yoksa “Aslında epey işaret vardı ama ben kapandım” diye pişman mı olacaksın? İşte felsefe asıl bu soruyu da sormayı gerektirir.