Agnostik Fizikçi ARKADAŞIMA MEKTUP
Fizik biliminin, evrenin işleyişine dair temel sorulara elbette birçok cevap sunduğu doğru. Yine de sen agnostik bir fizikçi olarak “Mutlak gerçeği bilemem, evrende ince ayarlar ve sabitler var ama bunun Tanrı’yla veya ilahi bir müdahaleyle mi, yoksa şu ana kadar tam anlayamadığımız doğal süreçlerle mi gerçekleştiğini tespit edemiyorum” diyorsun. Bu bir bakıma dürüst bir tavır. Çünkü ölçemediğin veya laboratuvarda doğrudan deneyle teyit edemediğin bir ‘Yaratıcı’yı kesin olarak onaylamakta zorluk yaşaman anlaşılır. Fakat senin bu “bilmeme” hâlin, seni gerçekten nötr bir konuma mı taşıyor, yoksa “mantığım almıyor” deyip bir tarafa fiilen yakınlaştırıyor mu?

İnce ayarın ciddiyeti
Önce şu “ince ayar” veya “kozmik sabitler” meselesini biraz daha ele alalım. Sen, Planck sabiti, kütleçekim sabiti (G), elektriksel sabit (ε0), ışık hızı (c) gibi temel değerlerin belli dar aralıklarda kalmasının, atomların kararlı yapılar oluşturmasında hayati önemde olduğunu çok iyi bilirsin. Bir yandan da karanlık madde/enerji oranından tut, evrenin genişleme hızına dek pek çok parametrenin, “yüz binde bir” oranında bile sapması durumunda yıldızların, gezegenlerin, dolayısıyla da yaşamın hiç oluşmayabileceğini gösteren hesaplamalar yapıldığını görürsün. Bu hesaplar öyle ufak toleranslara işaret ediyor ki aklı başında bir bilim insanı bile “Bu ne kadar isabetli!” diye hayrete düşer.
Evet, sen “Bu olağanüstü isabeti bir yaratıcıya bağlamayıp şimdilik bilmeme hakkımı kullanıyorum” deme özgürlüğüne sahipsin. Ama bu bilmemek, “İlahi bir müdahale yoktur” şeklinde gizli bir yargıya dönüşürse, o zaman “bilmiyorum” değil, “red” pozisyonuna yaklaşmış olursun. Agnostik olmak demek, “Belki vardır, belki yoktur” diyebilmek ve gerçekten her iki seçeneği de dengede tutmak demektir. Ama evrendeki bu hassas parametrelerin bir “ilk tasarım” veya “sürekli bir gözetim” ile açıklanabileceği fikrine kapıyı kapatırsan, sen fiilen ‘bilmeme’yi aşıp ‘yoktur’ safına geçmiş sayılırsın.
Üstelik sadece başlangıç anı değil, milyarlarca yıl süren stabilitenin devamı da bir muamma. Kendini bildiğinden beri fizik laboratuvarlarında deney yapıyorsun; bilirsin ki sistemlere ufak bir sarsıntı, entropi, rastgele dış etkiler girdiğinde ölçümler bozulur, parametreler kayar. Evrenin büyüklüğü, içindeki enerji ve madde etkileşimleri düşünüldüğünde, ufak bir parametre sapmasının devasa sonuçlar doğurması muhtemeldir. Buna rağmen kozmik düzen çok uzun süredir korunuyor. Tek seferlik bir “ayarlayıp bırakma” modeli bile başlı başına tuhaf, çünkü entropi ve kaos bu kadar “kararlı bir sahneyi” uzun vadede yıkabilirdi. Nasıl oluyor da hâlâ ince ayar aynen sürüyor?
Burada “Sürekli gözetim” veya “Her an denetleme” fikri devreye giriyor. Senin “Bilmiyorum, bilemem, ölçemem” deme hakkın saklı. Ama eğer bilimsel bir önyargı ile “Asla ilahi bir müdahale aramıyorum, bence hiç yoktur” diyorsan, bu tutumun ‘agnostik tavır’la değil, ‘Ben Tanrı’yı dışlamak istiyorum’ yaklaşımıyla örtüşür. Hangisini tercih edersen et; bari “bilmiyorum” bahanesiyle “mümkün olabileceği” seçeneğini yok sayma.
Evrenin anlaşılabilirliği
Fizik teorileri, matematiksel modellerin gerçeğe birebir uyumu sayesinde gelişir. Kuantum mekaniğinden göreliliğe, maddenin çekirdeğinden kara deliklerin dinamiklerine dek kullanılan matematik, sanki evrenin “dilini” çözer. Fizik camiasında meşhur bir tartışma vardır: “Evren neden bu kadar anlaşılabilir?” Şaşırtıcı, çünkü evren bambaşka, akıl sınırlarını aşan bir rastlantısallık içinde de var olabilirdi. Ama senin aklınla kurduğun matematiksel çerçeveler, doğadaki düzeni çok yüksek bir doğruluk payıyla yansıtıyor.
Bunun nedenini, “böyle işte, rastlantı eseri” diye geçmek kolay, ancak yüzeysel. “Zihnimin ürettiği soyut formlar, dış dünyayla nasıl bu kadar uyumlu oluyor?” diye sorsan, muhtemelen bir “üst akıl” tezini büsbütün dışlamazdın. Yani evrende sanki “Rasyonel bir zekânın” ayak izleri var. Üstelik bu sadece başta değil, sürekli. Çünkü sen hala deney yapmaya devam ettikçe bu rasyonel uyumu görüyorsun. Madem agnostik olduğunu iddia ediyorsun, “Üst akıl olabilir, kanıtlayamam ama ihtimal dahilinde” demen gerekir. “Hayır, ben bunu seçenek olarak da görmüyorum” noktasına kayman, aslında agnostisizm değil, reddedişe yakın bir tavırdır.
Tarihsel müdahalenin işaretleri
“Fiziğin ilahi mesaja ne katkısı olur?” diyebilirsin. Peygamberlerin tarih boyunca söylediği hakikatler, ahlak ve maneviyatla ilgili görünüyor. Ama bir yandan da evrenin düzenini, göğün ve yerin Yaratıcısı’nı işaret eden ayetlerle, sözlerle dolu mesajlar getiriyorlar. “Ben şahsen bunları kanıtlayamam, dolayısıyla bilmiyorum” diyorsan, yine ‘bilmeme’ sınırında duruyorsun. Oysa “yok canım, abartı bunlar” deyip geçersen, “bilmiyorum”dan çıkarsın. Çünkü peygamberler “Evreni yaratanın her an gözeten ve insana seslenen bir kudret” olduğunu defalarca vurgulamış. Onların söylediklerini “tümden boş” görmek, en az “kesin doğru” demek kadar bir kararlılık gerektirir. Bu kadar tesirli, milyarlarca insanı yüzyıllar boyunca etkilemiş mesajlar, “sıfır gerçeklik” varsayımıyla bütünüyle “tesadüf eseri” açıklanabilir mi?
Kaldı ki senin fiziğin, bu kozmik dengenin devamlılığında “her an kalibrasyon” fikrini tümden dışlayamıyor. Yıldız oluşumları, galaksi hareketleri, karanlık enerjinin tuhaf rolü… Her biri birbiriyle çelişebilecek kadar karmaşık ama “evrenin büyük orkestrasyonu” içinde adeta senkronize. Bu eşgüdümü bir “bilinçli gücün eseri” diye okumak bilimsel verilere aykırı değil. Veriler, sadece “Ne var ki, evren işte böyle” diyor. Bir adım öteye geçip “Bu bilinçli tasarımın izidir” diyenler de var, “Sonsuz sayıda evren var, biz de bu isabetli olan bir tanesindeyiz” diyenler de. Yani veriler tek başına seni “Tanrı veya Tanrısızlık” seçimine zorlamıyor. Agnostiksen, “Her iki yol da mümkün” diyebilmeli, bu kapıyı kapatmamalısın.
İnanmanın mantık boyutu
Eğer “Agnostiğim, Tanrı’ya da peygamberlere de ihtiyatlı yaklaşıyorum” diyorsan, peki mantıkî açıdan ihtiyatlı olmanın gereği nedir? Samimi bir arayış içinde, “Eğer evrende her an müdahil bir Allah var ve bu Yaratıcı aynı zamanda elçiler (peygamberler) gönderip bizi uyarmışsa, görmezden gelirsem çok şey kaybedebilirim” düşüncesine de önem vermek gerekir. Kaldı ki “aksini kanıtlayamadım, ama ben yine de inanmıyorum” dersen, inanmamanın da kendince bir “iman” çeşidi olduğunu görebilirsin. Çünkü “bilmiyor” olmak, “yoktur” hükmüne dönüşmemeli.
Burada “Resul” kavramı, salt inanç meselesi değil, aynı zamanda “Daha geniş bir gerçeğin insana yönelik rehberi” şeklinde değerlendirilebilir. Evrenin sırlarını keşfetmekle uğraşan bir fizikçi olarak, “insan hayata hangi gayeyle geldi, nereden nereye gidiyoruz?” diye sorduğunda, bilimin kendi sahasında bir cevap bulamadığını da biliyorsun. O boşluğun doldurulması, bu peygamber mesajlarıyla yapılmış olabilir. Bunu dışlamak, sırf “bilimsel” bir tavır değil, aksine “metafiziğe mesafeli” bir önyargı olabilir.
Neticede aklın, kalbin ve fıtratın bir. Gözlem ve deney seni bu kozmik düzenin inceliklerine götürüyor. Bu incelik, “amaçsız bir mekanizma” demeye gelmiyor. Koşullar, “Üst aklın eseri” diye haykırıyor olabilir. Belki bunun adı Allah’tır, belki sen “bilemem” diyorsun; ama “bilemem” deyip her an mümkün olan gerçeğe sırt çevirmek, “Beni ilgilendirmez” demek, aklî tutarsızlığa kapı açar. Zira bunca işaret ortada.
Sonuç
Agnostik olduğunu söyleyip “kesin bir inancım yok” dersen bile, bu inançsızlığın bir nevi “zımnî reddediş” hâline gelmemesi için, “Her an belki de bir Yaratıcı var ve O bize peygamberlerle erişiyordur” fikrini ciddiye alman gerekir. Kozmik sabitlerin hassasiyeti, her an yeniden kalibrasyon ihtimali, fiziğin gösterdiği muazzam düzen… Kısaca bu geniş evren, “Benim ustam var” diye bağırıyor. Duymak istemezsen, bu senin tercihindir; ama “Bilmiyorum” bahanesiyle gürültülü bir çağrıyı görmezden gelmekle de sağlıklı bir tavır sergilemiş olmazsın. Belki de “inanmak” için sadece bir adım atman yeter: Evrenin bu düzeni öksüz bırakacak kadar “ipleri kopuk” görünmüyor.