Agnostik Teolog ARKADAŞIMA MEKTUP

Tanrı’nın mahiyeti, dinî metinlerin otoritesi, vahiy, mucize, peygamberlik, ahiret, günah-kefaret, ibadet, kutsal kitapların tefsiri gibi konularla en yakından ilgilenen alan belki de teolojidir. Sen de teolojiyle meşgul olup, dinî kaynakları akademik bir gözle inceliyorsun. Fakat kendini “agnostik” olarak tanımladığın için, “Kesin bir Yaratıcı var ve şu din doğrudur” demeye çekiniyor, aynı zamanda “Hiçbir Yaratıcı yoktur” görüşüne de katılmıyorsun. Bir çeşit “bilmeme” hâlini koruyorsun. Burada soru şu: Bunca teolojik metnin, milyarlarca inananın, tarih boyu peygamberlerin oluşturduğu muazzam mirasın ortasında durup “Ben yine de tam emin değilim” demekle nereye varıyorsun?


Teolojinin çerçevesinde temel meselelerden biri “peygamberlik”tir. İlahi mesajın insana “bir elçi” üzerinden iletildiği inancı, semavî dinlerin (İslam, Hristiyanlık, Yahudilik) tam odağında durur. Daha pek çok gelenekte de “peygamber-benzeri” kutsal figürlerin var olduğunu bilirsin. Eğer gerçekten bir Tanrı yoksa, nasıl olur da tarih boyunca farklı coğrafyalarda, benzer “ilahi elçilik” anlatıları neredeyse aynı unsurlarla (mucizeler, ahlakî çağrı, vahiy tecrübesi vs.) ortaya çıkar? “Bilmiyorum” diyebilirsin ama bu kadar yaygın ve sistematik bir olguyu sıfır dayanakla yok saymak da kolay değil.


Bir teolog olarak bilirsin ki “vahiy” iddiası, insan aklının ötesinde bir kaynaktan “mutlak bilgi” aktarıldığı varsayımına dayanır. Bu, dinlerin temel sütunudur. Agnostiksen, “Ben bunu test edemiyorum, bana doğruluğu ispatlanmadı” deme hakkın var. Peki “Tamamen yanlış” deme hakkın var mı? Bu, “bilmiyorum” diyene yakışmaz. Çünkü ortada çok güçlü bir tarihsel, sosyal ve manevi olgu var: Peygamberler, toplumları derinden dönüştürmüş, insan zihnine ‘yeni hakikatler’ nakşetmiş. Bu nakşedilen hakikatler sıradan mitler gibi çabuk sönmemiş, asırlar boyu etkisini koruyup milyarların inancına kaynaklık etmiş.


Teolojinin en çarpıcı gerçeklerinden biri, “Tanrı’nın ilgisinin dünya tarihinden eksik olmadığı” fikridir. Agnostiksen, “Belki de Tanrı yok; ama kesin konuşamıyorum” diyorsun. Oysa dinî anlatılar, Tanrı’nın her devirde peygamberlerle insanlığa mesaj gönderdiğini, tarihin farklı aşamalarında yeni rehberler, yeni vahiyler sunarak insanları sırf kendi hallerine bırakmadığını savunuyor. Bunu “Bu kadar çok benzer anlatı tesadüfen mi oluştu?” diye sorgulamalısın. Eğer sadece bir-iki örnek olsa “efsane olabilir” dersin, ama Anadolu’dan Hindistan’a, Afrika’dan Uzak Doğu’ya kadar birçok kültürde benzer “Semavî rehber” motifi yerleşmiş. Bu kadar kapsayıcı bir olguyu “Kim bilir?” diyerek rafa kaldırmak, teolojik gözlemin “tarafsızlığı” için yeterli değil.

Ayrıca “peygamberler zinciri” denen kavram, özellikle İbrahimî dinlerde çok net vurgulanır. Hz. Âdem’den Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’den Hz. Musa’ya, Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar süregiden bir silsileden bahsedilir. Her birinin temel mesajı “Tek Tanrı’ya iman ve ahlak”tır. Bu büyük zincir, farklı coğrafyalar ve asırlarda karşımıza çıkıyor. Pek çok teolog, “Yaratıcının süreklilikle insanı terk etmediğinin” delili olarak bu silsileyi gösterir. Sen “Agnostiğim, kesin konuşmam” diyorsan, “Bu zincir tamamen efsane” demek de bir tür kesinlik iddiası olmaz mı? “Belki hakikaten bir Yaratıcı ve O’nun peygamberleri var” demek, sıradan bir spekülasyon gibi durmuyor; zira sayısız dinî metin ve milyarlarca mümini arkasında buluyor.

Bir teolog olarak kutsal metinleri inceler, onlarda “beşerüstü” bir kelâm izlenimi var mı, diye bakarsın. Tarihte birçok alimin, gerek Kur’an’ın üslup ve içerik bakımından “insanüstü” yönü, gerek İncil’deki özgün mesajlar, gerek Tevrat’ın tarihî-ahlaki vurguları üzerine yorumları vardır. Bazı müfessirler, tek bir harfin bile tesadüf olmadığını, “i’caz” (mucizelik) iddiasıyla savunur. Diğer yandan, “Agnotik görüş, bunları doğrulayacak net kanıt görmedi” diyebilirsin. Doğru, ama “içsel tutarlılık, insan psikolojisindeki derin tesiri, asırlar boyu eskimeme” gibi deliller, bu metinlerin “ilahi gözetimle” var olduğunu savunanları hiç de mantıksız kılmıyor.

Sen teologsun, bilirsin ki inanç, yalnızca rasyonel kanıtlara dayanmıyor; aynı zamanda ruhsal tatmine, ahlaki bütünlüğe, kolektif deneyime dayanıyor. Peygamberler sadece “Tanrı var” demekle kalmaz, aynı zamanda insanın varoluş amacını, ahlaki sorumluluğunu, kurtuluş yolunu anlatırlar. Bu mesajlar yüzlerce yıl diri kalmış, toplumları yeniden inşa etmiş. “Efsane” dersen, böylesi devasa bir yapının “rastgele efsanelerle” bu kadar uzun süre kalıcılığını sağlaması açıklaması zor bir durum.

Teolojide “mucize” kavramı önemlidir. Peygamberler olağanüstü hadiselerle tanınır. Agnostiksen, “Kanıt görmeden inanmam” diyebilirsin. Fakat pek çok mucize hadisesi, tarihî rivayetlerle sabitlenmiş, kitlesel olarak aktarılmıştır. Elbette her rivayeti doğrulamak imkânsız. Ama “Tamamen uydurma” demek de aynı derecede bir inanç gerektirir. Çünkü insanlar yüzyıllarca niçin “Bu elçi şu mucizeyi gösterdi” diye ısrarla aktarsın, niçin milyonlarca insan o anlatıya sadık kalsın? “Bilmiyorum” diyorsan, “Belki de doğrudur”a da eşit mesafede olmalısın.

Dahası, peygamberlerin asıl misyonu sadece mucize göstermek değildir; ahlaki bir devrim inşa etmektir. Hz. Muhammed ahlaki çöküş içindeki Arap toplumunu kısa sürede derleyip toplayan bir önder oldu. Hz. İsa’nın insani sevgiyi merkeze alan mesajı Roma İmparatorluğu’nda çarpıcı dönüşümler başlattı. Hz. Musa, Mısır’daki kölelik düzenine karşı çıkıp İsrailoğullarını kurtaran efsanevi bir rehber hâline geldi. Başarının bu düzeyi, tesadüfî bir liderlik öyküsü olarak geçiştirilebilir mi? Belki, ama “ilahi seçilmişlik” fikri de aynı derecede —hatta belki daha fazla— mantıklı bir seçenek.

Agnostik teolog olarak, “İlahi vahye dair net bir kanaate sahip değilim” ifadesinin pratik yansımaları nedir? İnsanlık her çağda “Tanrı ve peygamber” meselesini çok ciddiye aldı, hayatını düzenledi, hukukunu, ahlakını, ibadetlerini buna göre şekillendirdi. Sen ise “Belki de haklı olabilirler, ama ben emin değilim” diyorsun. Ya gerçekten haklılarsa? O zaman senin “bilmeme” hâlin, büyük bir hakikate sırt dönmen anlamına da gelebilir. Teoloji tam da bunu tartışır: “İnanç” meselesi, sadece bir akıl tatmini mi, yoksa büyük bir ‘kurtuluş ve sorumluluk’ mu?

Bir teolog olarak bilirsin ki “ilahi kurtuluş” doktrinlerine göre, peygamberlerin getirdiği haberi reddetmek büyük bir kayıp olabilir. Özellikle İslam teolojisinde “peygamberlere iman”, imanın şartlarından sayılır. “Belki var belki yok” demek, teolojik açıdan tehlikeli bir konum olabilir. Zira haktan yüz çevirmekle eşdeğer görülme ihtimali var. Bu, sadece korkutma amaçlı bir söylem olmayabilir; belki de manevî gerçeklik budur.

Bu “sorumluluk” boyutu, agnostik tavrın “bana ne” rahatlığını sarsar. Eğer bu kadar çok peygamber ve vahiy anlatıları bir “büyük gerçeği” anlatıyorsa, “bilmiyorum” diyerek durmak, kendi fıtratına da aykırı olabilir. Çünkü teoloji sana “Ara, sorgula, kalbine bak, aklını işlet, hakikati idrak et” diyor. “Ben duruyorum” tavrı, belki de bir ‘korku’ veya ‘önyargı’ neticesi.

Agnostik teolog, “Tarihsel, aklî, manevi pek çok delil var; ama kesin inanamıyorum” diyor. Mesele şu ki, teolojinin bizzat incelikleri, “Bu delillerin” hiçbir zaman yüzde yüz duyusal deneyle ölçülemeyeceğini zaten söylüyor; inanç, “gaybı” ve “metafiziği” içeriyor. Yine de “gayb”in ipuçlarını çok yerde görebiliyorsun: Peygamberler silsilesi, onların derin etkileri, kutsal metinlerin olağanüstü gücü, mucize anlatıları, milyonların manevi deneyimleri…

Bunca işarete rağmen “Bilmiyorum”da ısrar edersen, bu belki teoride masum görünebilir, ancak pratikte “ilahi gerçeği reddetme”ye dönüşme riskini taşıyor. Çünkü teolog gözüyle baktığında, evrenin, tarihin, kutsal metinlerin, toplumların “Allah ve peygamber” tezini hayli desteklediğini görürsün. Tamamen yok saymak, “bilmiyor” ötesinde “reddediyor” anlamına gelebilir. Dolayısıyla, asıl dürüstlük belki de “Bu kadar veri karşısında agnostik tavrım sarsıldı, iman etmek bana daha yakın” demektir. Zira teolojinin dili, “Hakikate ulaşırsan teslim ol” çağrısı yapar.

Sonuç olarak, senin “bilmiyorum” deyişin, bunca teolojik mirası, peygamberlik fenomenini ve kutsal metinlerin muhteşem gücünü gölgelemesin. Belki “her şey tam yerine oturdu” diyerek imana yönelmek, teolojik cephenden çok daha makul bir hamle. Evet, din “birey için zorlu bir sorumluluk” ama “bilmeme” hâli kadar çelişkili olmayabilir. Madem bin yıllardır teoloji, “İlahi gerçek ve resulleri”nden söz ediyor, belki de o “gerçekliğin” tam içindesin ve sadece bir adım atman yeterli.