ATEİST Jeolog ARKADAŞIMA MEKTUP
Öncelikle sana bu mektubu yazmaya niyetlenme sebebimi belirtmek isterim. Seninle uzun zamandır fikir ve inanç mevzularında ciddi anlaşmazlıklarımız oldu. Özellikle de İslam’a ve genel anlamda dinlere karşı beslediğin önyargılı bakışı yakından biliyorum. Sen bir jeolog olarak, tabiatın kanunlarına vakıfsın ve “bilim bana Tanrı’yı göstermiyor, bu yüzden Tanrı yok” görüşündesin. Üstelik, “hiçbir dinin, özellikle de İslam’ın akıl ve bilimle bağdaşmadığı” iddiasını sık sık yineliyorsun. Ben ise bilim ve dinin çatışmayacağını, çatışamayacağını düşünen biriyim. Bu yüzden, senin gibi jeoloji alanına derinlemesine hâkim olan bir kişinin, din ve özellikle İslam hakkındaki söz konusu düşüncelerinde gözden kaçırdığı noktalar olabileceğini düşünüyorum. Şimdi sana bu mektubu, samimi bir üslup içinde ama aynı zamanda sorgulatıcı ve akli deliller içeren bir mahiyette yazıyorum. Umarım ön yargılarını bir kenara bırakırsın ve satırlarımı ciddiyetle incelersin.
Buradaki amacım, seni sadece “ikna” etmek değil. Çünkü hidayet, inanç, kalbin mutmain oluşu gibi konular salt insan iradesiyle neticelenmez. “Allah dilediğini hidayete erdirir” ayetinin mana derinliği, tam da bu noktada önem kazanır. Benim vazifem ise mümkün mertebe, ilmî ve mantıkî delilleri ortaya koyup senin zihninde birtakım sorular ve ufuklar açmaktır. Neticede, hakikat hepimizin ulaşması gereken yegâne gayedir. O hakikat ki, senin gözünde tabiat kanunlarının işleyişi olarak tezahür ederken, benim gözümde hepsini kuşatan bir Yaratıcı’nın ilmî ve hikmetli kanunlarıdır. Elbette sen “Evreni kanunlarla açıklayabiliyorum, o zaman buna ek olarak bir Tanrı’ya ihtiyacım yok” diyebilirsin. Ancak bu yaklaşım, “kanun” kavramının ne olduğunu ve bir düzenin varlığının hangi kaynaktan beslendiğini sorgulamayı ihmal etmeye yol açar. “Kanunlar nasıl var oldular? Bu düzenin başı ne, sonu ne, gayesi ne?” gibi sorular, sadece bilimsel incelemeyle cevaplanamayabilir. Zira bilimin kavrama alanı, madde ve olayların işleyiş süreçleridir; o süreçlerin varlık sebebi ve nihai gayesi ise, teolojinin alanına girer.
Şimdi mektubumu belli başlıklar altında toplayarak, uzun uzadıya tartışmak istediğim noktaları sana sunacağım. Ümit ederim ki, en azından “Ben bu meseleyi doğru düzgün düşündüm mü?” diye bir kez daha kendi kendine sorarsın.
1. Varlık ve Yaratılışın Gerekliliği

Her şeyden önce “varlık” dediğimiz hakikati düşünmekle başlayalım. Gördüğün her şeyin, kendi varlığını açıklayamayan bir yapısı vardır. Mesela bir dağa bakarsın: yüz milyonlarca yıllık tortul, volkanik veya metamorfik kayaçlardan oluşmuştur. Jeolojik süreçleri açıklayabilirsin, kaya döngüsünü, tektonik hareketleri, basınç ve ısı gibi etkenleri bir bir sıralayabilirsin. Fakat tüm bu süreçlerin en başında “var olma” gerçeği yatar: Bu süreçleri tetikleyen enerji, evrendeki kütle, uzay-zaman dokusu vb. hepsinin bir başlangıcı var mıdır, yok mudur? Bilim, Büyük Patlama (Big Bang) teorisiyle evrenin bir başlangıcının olduğunu söylüyor. Madde ve enerji, belli bir zaman öncesinde “yok”ken, sonra “var” olmuştur. İşte “varlık”ın bu başlangıcı meselesi, sadece fizik ve jeolojiyle cevaplanamaz.
Klasik İslam âlimlerinin ve Kelamcıların “hudûs delili” dediği bu yaklaşım, varlıkların sonradan yaratıldığına işaret eder. Şimdi, sen diyebilirsin ki: “Evren bir şekilde kendiliğinden doğdu. Rastgele bir quantum dalgalanması sonucu evren var oldu, sonra galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve nihayetinde Dünya ortaya çıktı.” Peki, bu quantum dalgalanmasının da bir sebebi olması gerekmez mi? O kanunları, bu dalgalanmayı mümkün kılan çerçeveyi kim tayin etti? Rastgele derken, aslında bizzat “rastgeleliğin” de belli matematiksel olasılık kuralları çerçevesinde işlediğini unutma. İnsanın aklına ister istemez “O kuralları kim koydu?” sorusu gelir. Bu “kim”in illa sakallı bir dede figürü olması gerekmez; İslam, Allah’ın herhangi bir surette tasvir edilemeyeceğini zaten beyan eder. Asıl mesele, bu kâinatı var kılan, tutarlılık ve dengeyle kurgulayan aşkın bir irade ve kudretin varlığına işaret etmektir.
Bir su damlasında milyonlarca molekülün dansı, o dansı mümkün kılan fizik kuralları ve bu kuralların temeli… Bütün bunlar, sadece “vardır, oluyor işte” diye geçiştirilemez. Neden varlar? Sebepleri nedir? “Ezelî” midir, “sonradan” mıdır? Akl-ı selim, ezelî bir varlık fikrine ihtiyaç duyar. Bu ezelî varlık, maddenin bizatihi kendisi olamaz; çünkü madde değişiyor, dönüşüyor, yok oluyor veya başka hâllere geçiyor. Bu dönüşüm, değişim, “zâtı gereği var olma” tanımına aykırıdır. Dolayısıyla akıl, “değişmeyen, dönüşmeyen, ezelî bir Kaynak” arayışına girer. İşte İslam’ın “Allah” kavramıyla kastettiği bu varlıktır. Ne eksilir, ne çoğalır, ne yer kaplar, ne de bir yerle sınırlıdır. Elbette bu tanım, senin bilime dayalı bakış açına uzak gelebilir. Ama unutma ki bilimin konusu, maddi ve ölçülebilir olanlardır. Allah ise, madde ötesidir (mücerred, soyut). Dolayısıyla senin, “Ölçemediğim, gözlemleyemediğim bir şey yok hükmündedir” demen, aslında bilimin metodolojik sınırlılığını mutlaklaştırmandan kaynaklanır.
2. Jeoloji, Tabiat Kanunları ve Yaratıcı

Sen, bir jeolog olarak yeryüzünün oluşum safhalarını ayrıntılarıyla biliyorsun. Tektonik plakaların hareketlerini, dağ oluşum süreçlerini, erozyon, sedimantasyon ve metamorfizmayı, fosil kayıtlarını, kayaç türlerinin nasıl dönüşüm geçirdiğini tecrübe edinmiş, bunları gözlemlemiş birisin. Sana soruyorum: Gördüğün bu süreçler, inanılmaz bir hassasiyet ve düzen içinde işlemiyor mu? Dünya’nın katmanlarına nüfuz etmiş kimyasal elementlerin oranlarından tut, radyometrik tarihlendirmeye kadar pek çok yöntemle sen, dünyanın belli bir yaşta olduğunu, bunun zaman içinde sistematik biçimde değiştiğini ortaya koyuyorsun. Peki bu “sistematik” işleyişin kaynağını hiç düşündün mü? “Sistematik” derken, bir düzen, bir nizam, bir tekrar edebilirlik kastediyorum.
Bilim, tabiatta var olan düzeni açıklamaya çalışır. Örneğin, “İki plak çarpıştığında dağ oluşur, şu mineral şu sıcaklıkta şu faza dönüşür” der. Ama “Neden bu şekilde oluyor? Bu düzeni kim koydu veya nasıl kondu?” sorusunu doğrudan cevaplamaz. Kimisi, “Bu tip sorular bilimin konusu değildir” der ve geçiştirir. Fakat insan aklı, bu “neden” sorusunu sormak ister. Koca kâinattaki hassas dengeleri görünce, “Nasıl olur da bunca muazzam denge kendiliğinden var olur?” diye düşünür. Dahası, “Denge” dediğimiz şey, birbirini tamamlayan parçaların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkar. İnsan gözünün, gezegen yörüngelerinin, bitkilerin fotosentez mekanizmasının, hatta yeraltında saklı madenlerin dahi hepsi birer ekosistem bütünlüğünün parçalarıdır.
Jeolojide, mesela çökellerin tabakalaşma düzeni bile insana “bir planın izlerini” hatırlatır. Elbette sen “Jeolojik süreçler plansız, gayesizdir, sadece doğa kanunları işliyor” diyebilirsin. Fakat “kanun” dediğimiz kavram, aslında evrende belli bir “ölçü”nün bulunduğuna işaret eder. Eski İslam âlimleri, buna “mizan” derler. Kur’ân’da da yeryüzü ve gökyüzündeki bu ölçü ve denge “mizan” kavramıyla sık sık vurgulanır. Mizan var, bir denge var. Tesadüfî bir yığılma, düzensizlik, anlamsız bir kargaşa değil, ölçülü ve hesaplı bir işleyiş var. Milyarlarca yılın ardından oluşan katmanlarda bile, “Biz belli prensiplerin eseriyiz” diye adeta haykıran bir düzen söz konusu.
Eğer sen, “Böyle bir düzenin var olması, kendi kendine mümkündür, ek bir Yaratıcı fikrine ihtiyacımız yok” diyorsan, sana şöyle sormak isterim: Matematiksel olarak bir sistemin kendisini var etmesi, kendi kurallarını hem keşfedip hem uygulaması nasıl gerçekleşir? Kendinden önce yokken, bir “yasa”nın, hiçlikten peydah olarak aniden var olması ve sonra koca kâinatı yönetecek denli kapsamlı bir işleyişi sürdürmesi, aklen gerçekten makul geliyor mu? Üstelik bu düzen, en küçük parçacıklardan galaksilere kadar evrenin her noktasında geçerli ise, bu kapsayıcılık ve süreklilik, doğrudan bir “aşkın” gücün varlığını ima etmiyor mu?
3. Bilimsel Yöntemin Sınırları

Bilim, tabiatı anlama çabamızın neticesinde gelişmiş, gözleme ve deneye dayalı bir bilgi sistemidir. Sen de bir bilim insanısın ve jeolojik araştırmalarında hipotezler kurar, veriler toplar, deneyler veya gözlemler yapar, bu veriler ışığında bir sonuca ulaşırsın. Sürekli test ve teyit aşamaları devam eder. Yani bilimde “kesinlik” dediğimiz şey, her zaman değişebilirlik ve yenilenebilirlik çerçevesinde ortaya çıkar. Bilimsel kuramların bazıları zamanla reddedilir, bazıları geliştirilir, bazıları kısmen doğrulanır. Bu, bilimin tabiatıdır. Fakat çok önemli bir nokta var: Bilimin metodolojisi, madde-enerji alemiyle sınırlıdır. Maddenin ötesinde veya üstünde bir varlık alanı varsa, bilim bunu ne doğrulayabilir ne de yanlışlayabilir.
Bu metodolojik sınırdan hareketle, “Tanrı yok, çünkü bilim bunu ispatlamıyor” demek, bilimsel yöntemle ilgisi olmayan bir iddia olur. Bilim Tanrı’yı gözleme dayalı olarak ispatlamaya çalışmaz; zaten böyle bir çabası da olmamalıdır. Çünkü Tanrı, maddenin bir parçası değildir ki deney tüpünde analiz edilsin. Mesela, “sevgi”yi deney tüpünde ölçebilir misin? Veya “mantık ilkeleri”ni, laboratuvarda inceleyebilir misin? Bunlar soyut kavramlardır ve bilimin ölçüm araçları dışında kalırlar. Yine de varlıklarını inkâr etmezsin, çünkü akıl ve tecrübe ile onların hakikatine muttali olabilirsin. Aynı şekilde, “Allah” inancı da bilimin dışlandığı bir alan değildir, sadece bilimsel ölçümle doğrudan muhatap edilebilecek bir olgu değildir. Bilim, Yaratıcı’nın varlığına dair “imkânsızdır” veya “vardır-yoktur” gibi bir hüküm vermez. Bilimin en fazla yapabileceği, evrende gözlemlediğimiz düzenin ve sebep-sonuç ilişkilerinin işleyişini açıklamaya çalışmaktır. Bu açıklama, Yaratıcısız bir kâinatı zorunlu kılmaz; hatta pek çok bilim insanı (örneğin Newton’dan Planck’a, Einstein’dan Heisenberg’e kadar) bu düzenin, Yaratıcı’nın büyüklüğüne işaret ettiğine dair düşünceler beyan etmiştir.
Kaldı ki sen de bilirsin, bilimde kesinlik yoktur. Her an yeni bir gözlem eski kuramları kısmen ya da tamamen değiştirebilir. Hal böyleyken, Tanrı’nın varlığı gibi derin bir konuyu “bilim ispatlamıyor” diyerek reddetmek, bilimin yöntemini fazlasıyla aşırı yorumlamaktır. Bilim; madde-enerji, fiziksel olaylar ve yasalara dair gözlemlerle sınırlı bir alandır. İnancın konusu olan Yaratıcı ise, maddi âlemin ötesindedir. “Maddi âlemde ölçemediğim yoktur” demek, bir nevi “gözüm görmüyorsa inanmam” sözünün bilimsel versiyonudur. Ama gözümüzün görmediği birçok realiteye inanmak zorundayız.
4. Kelamî Delillerin Kıymeti

Senin, “Tanrı’nın varlığına dair delil yok” sözün, aslında “Benim kabul edebileceğim türde bir delil sunulmadı” manasına geliyor. Klasik İslam kelamında, Allah’ın varlığını ispatlamak için pek çok delil geliştirilmiştir: Hudûs (sonradan olma) delili, imkân delili, gaye ve nizam delili (teleolojik delil), ontolojik delil gibi. Bu deliller, “akli” bakış açısıyla kâinata şöyle bir bakınca, insanın vicdanını ve kalbini tatmin eden bir bakış sunar. Tek tek bu delilleri ele almak isterim, ama mektup çok uzayacak. Yine de kısaca değinmek faydalı olur:
- Hudûs Delili: Evrenin başlangıcı olduğunu bilim de doğruluyor (Big Bang). Başlangıcı olan her şey, kendini var edemez; onu var eden bir sebep olmalı. O sebep de ezelî ve ebedî olmak zorunda, çünkü sebep-sonuç zinciri sonsuza gidemez.
- Teleolojik (Gaye ve Nizam) Delil: Kâinattaki düzen, incelik ve amaçlılık, basit bir rastlantıyla açıklanamayacak kadar dikkat çekicidir. Kozmik sabitlerden, hücre içi düzeneklere kadar bir “hedefe yönelik” işleyiş görülüyor. Tesadüf ve zorunlulukla bu kadar hassas ince ayarların oluşması, aklen çok zordur.
- İmkân Delili: Varlık, ya mümkün (olabilir de olmayabilir de) ya da vacip (zorunlu) olmak üzere ikiye ayrılır. Bu kâinattaki her şeyin varlığı mümkündür (yani yokluğu çelişki doğurmaz). Öyleyse onların varlığını açıklayan, zatı itibarıyla mümkün değil, zorunlu olan bir kaynağa ihtiyaç vardır. İşte o kaynak Allah’tır.
Bu delilleri derinlemesine incelemek, en azından “Tanrı’nın varlığı” meselesini hafife almamayı gerektirir. Yani “Delil yok” demek, aslında bu klasik argümanlarla yüzleşmekten kaçınmak olabilir. Ben sana “Bu delillere yanıt ver” dediğimde, kendince bir takım cevaplar sunabilirsin. Ama bunların her biri felsefî ve kelamî tartışma gerektirir; “yok” diyerek toptan kestirip atmak, “bilimsel” bir tavır değildir.
5. Kâinatın Anlamı ve İnsan Şuuru

Bir de şu nokta var: İnsan, şuurlu bir varlıktır. Kendinin ve çevresinin farkındadır, sorgular, merak eder, bilmek ister. Bu merak, belki de bilimlerin doğuşuna sebep oldu. Şuurlu bir varlığın var olabilmesi için kâinatta ne kadar parametrenin hassas ayarda olması gerektiğinin farkında mısın? Dünya’nın Güneş’e uzaklığından atmosferin bileşimine, suyun özel kimyasal özelliklerinden elementlerin kozmik oranda dağılımına kadar, inanılmaz bir “ince ayar” söz konusudur. Sen tüm bunları “tesadüf”le açıklasan bile, bu kadar çok tesadüfün bir araya gelişi aklen hayrete şayan bir durum değil mi? Tesadüfen, birbiriyle hiçbir bağı olmayan milyarlarca olayın üst üste “uygun” gelerek en sonunda “insan” gibi bilincin ortaya çıkması, yüzlerce kez “piyango çıkması”ndan daha zordur.
Kaldı ki bilincin kendisi de fiziksel açıklamalara pek dirençlidir. Nöronlar ve sinapslar üzerinden beyin faaliyetlerini incelersin, ama “Ben” duygusu, “anlam arayışı”, “irade” gibi kavramların safi biyolojik kimyadan ibaret olduğunu söylemek, mesela sevgi veya nefret gibi duyguların beyin kimyasına indirgenmesi, insanın varlık tecrübesini tam manasıyla açıklamaz. İnsanın eşyayı anlamlandırması, estetik yargıları, ahlaki kaygıları, derin sezgileri, “Ben neyim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” soruları, salt kimya ve fizik denklemlerinin ötesine taşar. Bu da bize, “Kâinatta madde üstü bir boyut var mı?” sorusunu sordurur. Yaratıcı inancı, işte bu soruya net bir cevap sunar: Evet, senin ruhun var, sen yaratılmışsın, bir maksadın ve imtihanın var. Tesadüfen var edilmiş bir yığın kimya değil, bilakis hikmetle inşa edilmiş bir varlıksın.
6. Peygamberlik ve Vahiy Delilleri

Belki diyeceksin ki “Tamam, bir yaratıcı olsa bile niye İslam? Neden din?” İslam, sadece “Tanrı var” demekle kalmaz; O’nun insanlarla iletişim kurduğunu, rehberlik için peygamberler gönderdiğini ve vahiy indirdiğini söyler. Bu, yine “Ben varsaydım, size rehberlik etmek için peygamber gönderirdim” gibi kolay bir akıl yürütmesi değildir. İçinde yaşadığımız tarihsel süreç boyunca Hazret-i Âdem’den son peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kadar uzanan bir vahiy zinciri vardır. Bu peygamberlerin ortak daveti, “Yaratıcını tanı, ahlaklı ol, öldükten sonra diriliş var, hesaba çekileceksin” çağrısıdır.
Bilhassa Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) örneğinde, ortada “Kur’an-ı Kerim” gibi kendinden önceki ilahi kitapları tasdik ve tamamlayıcı rol üstlenen mucizevi bir metin durur. Arap edebiyatının zirvesinde olan Kur’an-ı Kerim, indiği dönemde şiir ve edebiyatta çok ileri gitmiş Arapların bile taklit edemeyeceği bir belagata sahipti. Bunun ötesinde, gelecekten verdiği haberler, tarihsel hakikatlerle uyuşması, içinde barındırdığı ilmî işaretler ve en önemlisi, insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran ahlaki ve hukuki ilkelerle, “Bu insan sözü olamaz” dedirtmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğruluğu, hayatı, sözleri, ashabının şehadeti ve tarihin açık kaydı ortadadır. Sen bir bilim insanı olarak, “Kur’an’ı okudum, orada bana tuhaf gelen şeyler var” diyebilirsin. Lakin Kur’an’ın bütüncül yapısına, nüzul sebeplerine, dili ve üslubuna vakıf olmadan, sırf önyargıyla “Bu da saçma, şöyle de anlamsız” demek, hakikate sırt çevirmek olur.
Öte yandan, vahyin varlığını kabul etmek, aklın devre dışı bırakılması demek değildir. İslam âlimleri, asırlardır “akıl ve nakil uyumu” üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Kur’an’da defalarca “Aklınızı kullanmaz mısınız?” diye insanlara hitap edilir. Ama aklın yetersiz kaldığı noktada, vahyin rehberliği devreye girer. Bu, tıpkı bir coğrafya bilgini için harita ne ise, insan için vahiy de odur. Bir bilgin, bilmediği araziye giderken haritaya bakar; orada dağlar, yollar, nehirler nasıl gösterilmişse onlara uyar. Bu uyum, onun aklını iptal etmez. Aksine, aklıyla haritayı okuyarak doğru yola ulaşır.
7. Dinin İnsan Hayatına Tesiri ve Ahlâk

Şimdi, “Diyelim ki Tanrı var. Bu benim hayatımı nasıl etkiler?” diye sorabilirsin. İnsan, Yaratıcının varlığını idrak ettiğinde, hayatına yön veren ahlâkî ve manevî bir sorumluluk hisseder. Elindeki nimetlerin bir “armağan” olduğunu, haksızlık yapmanın “cezasız” kalmayacağını, mazlumun hakkının mutlaka bir gün tahakkuk edeceğini bilir. Bu bilinç, ona bir terbiye kazandırır. Yoksa sırf toplumsal yasalar veya korku ile insanın gönlünü dizginlemek zordur. Din, insanın kalbine, iyi ve güzel olma sebebi sunar. Hem de “kapsamlı” ve “evrensel” bir sebeptir bu.
Toplumlardaki birçok yıkım, adaletsizlik ve ahlaksızlık, aslında Allah’ın varlığından gaflet etmekle artar. Çünkü kişi, “Kimse görmüyor ki, yaparım ne olacak” zannına kapılır. Hâlbuki Allah inancı, “Ben nereye gidersem gideyim, O beni görüyor” şeklinde bir farkındalık kazandırır. Elbette bu, dine inanan herkesin mükemmel olduğu anlamına gelmez. Nefis, hırs, bencillik gibi zaaflar her insanda mevcuttur. Lakin ihlaslı bir mümin, bu zaafları aşmak ve Rabbi’nin rızasına uygun yaşamak için çaba gösterir. Dolayısıyla din, sadece bir inanç değil, aynı zamanda ahlaki ve sosyal bir kurum olarak da insan hayatına yön verir. Sen de etrafında dine samimi şekilde inanan ve bu inancın gereğini yerine getiren insanların, genelde daha dürüst, yardımsever ve merhametli olduğunu gözlemlemişsindir.
8. İslam’a Düşmanlık: Neden?

Mektubumun başında belirttiğim gibi, senin İslam’a karşı özel bir husumetin var. Bunun temelinde belki toplumda gördüğün bazı çarpıklıklar, din adına yapılan yanlışlıklar ya da fanatizm olabilir. Yani sen, “Benim gördüğüm dindar geçinen tipler sahtekârlık yaptı, geri kafalıydı, hiçbir ilerleme yoktu, demek ki İslam geri kalmış bir inançtır” diye düşünebilirsin. Gel gör ki, insanların veya toplumların yanlış uygulamaları, gerçek dinin önüne perde olmamalı. Her devirde “dincilik” yaparak menfaat sağlayan, hurafelerle halkı kandıran, ya da politik amaçlarla dini kullanan insanlar vardır. Bu, dini değil o insanları suçlu kılar. Tıpkı bilim adına yapılan zulümlerin (mesela bazı ırkçı teorilerin) bilimin kendisini suçlu kılmaması gibi, din adına yapılan yanlışlar da İslam’ın kendisini suçlu yapmaz.
İslam’ın tarihine baktığında, Endülüs’ten Bağdat’a, Buhara’dan İstanbul’a kadar bilim ve medeniyetin yükseldiği muhteşem devirlere şahit olursun. Astronomi, matematik, tıp, coğrafya, felsefe ve daha nice alanlarda büyük gelişmeler bu topraklarda yaşanmış, dünyanın o zamana kadar görmediği kütüphaneler, rasathaneler, hastaneler inşa edilmiştir. Demek ki İslam, bilime düşman değildir; bilakis onu teşvik eder. Kur’an’ın ilk emri “Oku”dur ve kâinat, “ibret alınması gereken bir kitap” gibi görülür. Dolayısıyla senin, “İslam bilimle çelişir, aklı dışlar” demen, gerçeklerden uzak bir ön kabuldür.
9. Şüphe ve Sorgulama

Şüphe, bazen insanı gerçeğe götüren bir yoldur. İslam, aklı tamamen devre dışı bırakan dogmatik bir sistem değildir. Mesela Hz. İbrahim’in bile, “Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” (Bakara 260) diye sorması, bir sorgulama örneğidir. Allah, “İnanmıyor musun?” diye sorunca, “Hayır, inandım ama kalbim tatmin olsun diye istiyorum” cevabını vermiştir. Bu, sorgulamanın yerli yerinde olduğunu gösterir. Ancak sorgulama, ön yargısız olmalı ve hakikati bulmaya niyetli olmalıdır. Günümüzde, maalesef çoğu kişi sorgulamayı, sadece “küçümseme” ve “dalga geçme” şeklinde algılıyor. Bu yaklaşım, gerçeği aramak yerine kendi kabulünü dayatma hâline dönüşüyor.
Sen de eğer gerçekten “neden?” diye sormak istiyorsan, İslam âlimlerinin eserlerini, Kur’an tefsirlerini, akaid metinlerini, kelam kitaplarını, felsefe ve bilim ilişkisini inceleyen müelliflerin çalışmalarını bir gözden geçir. Sırf ön yargıyla, “Bunlar saçmalık” demekle hakikate ulaşamazsın. Unutma, hakikati aramak ciddi bir iştir ve vakit, emek, samimiyet ister.
10. Son Söz ve Davet

Mektubumun başında “ilzam edici” olma gayesinden bahsetmiştim. Aslında gayem seni köşeye sıkıştırıp çaresiz bırakmak değil. Sadece, “Ben Tanrı’yı reddediyorum, çünkü bilim böyle söylüyor” iddiasının sağlam bir zemini olmadığını, “Din akla ve bilime aykırı” şeklindeki söylemlerinin önyargıdan ibaret olduğunu göstermek istedim. Hâlâ aklında sorular olabilir, hâlâ “Bana göre böyle” diyebilirsin. Ama en azından, “Galiba ben bu konuyu bu kadar kestirip atmamalıyım” diye düşünmen bile bir kazançtır.
Unutma, iman ve küfür meselesi, insanın bir ömür boyu süren sınavının özüdür. Kalbinin derinlerinde bir gerçeği hissediyorsan, onu bastırma. Allah’ın varlığı ve birliği hakikatini fark edersen, “Din” dediğin şeyin, hayatın tüm alanlarına ışık tutan bir rehber olduğunu da anlarsın. O zaman, kâinata baktığında sadece kayaların yaşıyla, jeolojik katmanların oluşumuyla ilgilenmekle kalmaz, bu işleyişin ardındaki kudreti de görmeye başlarsın. İşte o zaman, ilim senin için gerçek bir aydınlanma aracına dönüşür. Sadece maddi bir evren tasavvurundan sıyrılır, “mânevî hakikat”in de kapılarını aralarsın.
Benim dualarım, senin için de bir vesile olsun. Umuyorum ki bu mektup, zihninde ve kalbinde birtakım sorular uyandırır. Eğer gerçekten samimi bir arayış içindeysen, inşallah hakikat güneşi elbet doğacaktır. Bunun için, hiçbir zaman geç değildir. Mühim olan, önyargıları yıkmak, bilimin hudutlarını doğru anlamak, aklı ve kalbi birlikte işletmektir. İnsanın içindeki o “sonsuz”u arayışı, ancak Sonsuz olanı bulmakla tatmin olur. Dilerim sen de bu yolculuğun bir yerinde hakikatin pırıltısına rastlarsın.
