ATEİST Sanat Tarihçisi ARKADAŞIMA MEKTUP
Sen bir sanat tarihçisisin; insanlığın ürettiği resimler, heykeller, mimari yapılar, müzik eserleri, dans ritüelleri, geleneksel motifler, tarih boyunca oluşan sanatsal birikimi inceliyorsun. Her medeniyetin sanat eserleri, sırf dekorasyon değil, derin sembolik anlamlar, kutsal motifler, metafizik mesajlar içeriyor. Neden?

İlkel mağara resimlerinden gotik katedrallere, İslam hat sanatından Rönesans tablolarına, Uzak Doğu tapınaklarındaki süslemelere kadar her yerde sanat, insanı dünyevi gerçeklikten yukarıya taşıyor. Bir tapınak mimarisi gökyüzüne uzanan sütunlarla yüceliği çağrıştırır, bir ikona resim manevi bir varlığı temsil eder, bir kutsal heykel tanrısal bir nitelik ima eder. Sanat neden hep varlık ötesi manalara uzanıyor?
Sırf hayatta kalmaya yönelik canlılar, niçin maddi çıkar sunmayan sanat eserleri üretti? Mağara duvarlarına resim yapmak, ritüel danslara vakit ayırmak, devasa tapınaklar inşa etmek, müzik aletleri tasarlamak… Bunlar üretim ve tüketim açısından verimsiz görünüyor. Ama insan yine de bunu yapıyor. Neden? Çünkü insanın ruhunda bir estetik arayışı, güzellik aşkı, sembolik ifade ihtiyacı var.
Güzellik, sanatın özüdür. Güzellik kavramı soyut, tanımlaması güç, göreceli olsa da her medeniyet güzelliği yüceltiyor. Güzellik maddi bir ihtiyaç değil, aşkın bir değerdir. Tesadüfle açıklanabilen bir evrende neden güzellik gibi soyut ve yüce bir kavram evrensel bir anlam taşıyor?
Dinî sanat eserleri, ikonografik betimlemeler, minyatürler, freskler, kutsal mabedlerin ince süslemeleri, Allah’ın ismini nakşeden hatlar… Hepsi insanın metafizik bir gerçekliğe temas etme çabasını yansıtıyor. Rastgele gelişen bir sanat geleneği niçin her çağda kutsala yöneliyor? Bu yönelim, insanın aşkın bir hakikate duyduğu özlemin sanatla ifadesi değil mi?
Sanat tarihine baktığında, büyük medeniyetler en görkemli anıtlarını tanrılarına, tapınaklarına, kutsal mekânlarına adamıştır. Mısır piramitleri, Maya tapınakları, Sümer zigguratları, gotik katedraller… Bunlar sadece iktidar gösterisi değil, aynı zamanda ilahi gerçekliklerin yeryüzüne yansımasıdır. Demek ki sanat, insanın ilahi olanla bağ kurma ihtiyacını dillendirir.
Portre sanatı insanın yüzünde bir ruh, bir derinlik arar. Manzara resimleri doğadaki yüceliği, düzeni, güzelliği vurgular. Abstrakt sanat bile saf formlar ve renklerle maddeyi aşan bir anlama ulaşmaya çalışır. Bu çaba nereden geliyor? Bir maymun fırçayla rastgele boyalar savurduğunda anlamsız lekeler oluşur. İnsan ise sanatında her zaman bir anlam, bir mesaj, bir hikâye, bir duygu yakalar.

Sanat eserleri kültürler arasında benzer temalar tekrarlar: hayat ve ölüm, aşk ve acı, zafer ve çöküş, kutsal ve profan, içsel bir arayış. Bu tematik evrensellik, insan zihninin ortak bir kaynağa, fıtri bir yönelime işaret etmiyor mu? Bu fıtri yönelim, aşkın bir varlığın insan ruhuna işlediği bir kod olamaz mı?
Ateist bir sanat tarihçisi olarak belki sanatı toplumsal işlevlerle, güç gösterileriyle, prestij arayışıyla açıklamaya çalışacaksın. Ama bu açıklamalar sanatın derinliğini, manevi boyutunu, aşkın anlamını izah edemez. İnsan neden tuvalde, mermerde, melodide ruhsal gerçeklikler arar? Neden bir tabloda estetik bir ilham hisseder?
Ruhunun derinliklerinde yatan yüce bir gerçeğin tezahürünü sanatla dışa vuran insan, maddenin ötesine geçer. Bu geçiş sanatın özünde yatar. Rastgele atom yığınlarının ürettiği bir beyin, neden maddeyi aşan bir güzellik duygusu sunsun? Bu soruya tatminkâr bir cevap vermeden sanat tarihinin işaret ettiği metafizik damarı yok sayamazsın.
Belki de sanat tarihinin bütün kareleri, insanın içindeki ilahi sese kulak vermesinin izlerini taşıyor. Bu sesi kapatmak, sanatın manevî boyutunu boşa çıkarmak anlamına gelir. Oysa sanat tarihi, insanın Allah’a uzanan ellerinin, aşkın bir gerçeğe kanat çırpışının görsel ve işitsel sergisi gibidir. Bunu yok saymak, gerçeğe kör kalmak değil midir?
