ATEİST Tarihçi ARKADAŞIMA MEKTUP

Sen bir tarihçisin; insan toplumlarının geçmişini, medeniyetlerin yükseliş ve çöküşlerini, kültürel etkileşimleri, ideolojilerin, dinlerin, geleneklerin nasıl şekillendiğini inceliyorsun. Her dönemde farklı inançlar, değerler, ahlak anlayışları var. Ancak ilginçtir ki, tarih boyunca neredeyse tüm toplumlarda bir Yaratıcı inancı, aşkın bir güç fikri, ruhani pratikler, tapınma şekilleri ortaya çıkmış. Bu neden? Her kültür, farklı sembollerle de olsa, neden kendisini aşan bir varlık ya da güç fikrine sarılıyor?

Tarih, bize insanın sadece maddi ihtiyaçlarla yetinmediğini, daima bir anlam, bir gaye, bir kutsal arayışında olduğunu gösteriyor. Eğer Yaratıcı inancı sadece bir yanılsama olsaydı, bu kadar evrensel, bu kadar köklü, bu kadar dönüştürücü olur muydu? Maddi çıkarlar, güç dengeleri, ekonomik ihtiyaçlar tabii ki tarihin önemli itici güçleridir, ama tarihçi olarak biliyorsun ki insanların hukuk sistemleri, ahlak kuralları, sanat eserleri, törenleri, ritüelleri, tapınakları hep daha derin bir amaca işaret eder.

Mesela kadim Mısır, Sümer, Maya, Çin medeniyetlerine bak: Farklı coğrafyalarda, birbirinden kopuk dönemlerde yaşamış bu toplumlar hep aşkın bir gücü, bir yaratıcı ilkeye, tanrısal bir hakikate inandılar. Bu ortak eğilim sadece bir tesadüf mü? İnsan zihni durduk yere, hiçbir gerçeğe tekabül etmeyen bir inancı neden sürekli üretir? Rüzgâr estiği için aynı mimaride tapınaklar mı yaptılar, aynı türde dini sembolleri mi kullandılar?

Tarih boyu, peygamberler, din kurucuları, mistikler, azizler, büyük ahlak öğretmenleri, toplumsal dönüşümleri aşkın bir hakikat vurgusuyla başlattılar. Dinî inançlar insanların hayatını anlamlandırdı, topluma düzen verdi, ahlakı kökleştirdi. Eğer bu inançların arkasında hiçbir hakikat yoksa, neden bu kadar dönüştürücü, kalıcı, insanın iç yapısına uygun bir etkisi var? Yalancı bir fikir binlerce yıl, milyarlarca insana yön verebilir mi?

Savaşlar, göçler, ticaret yolları, kültürlerin birbirine nüfuzu… Tüm tarihsel süreçte inanç fikirleri ya doğrudan ya dolaylı bir biçimde etkili oldu. İnanç sistemleri ortak ahlaki normlar üretti, toplumsal sözleşmelerin temelini attı, adalet, merhamet, doğruluk gibi değerleri evrenselleştirdi. Bu değerlerin kökeni nedir? Tesadüfen mi aynı yüce değerler farklı toplumlarda kutsal sayıldı?

Tarih bize gösteriyor ki insan, sürekli olarak bir mutlak otorite, bir ilahi rehberlik ihtiyacı hissetmiş. Bunu kaybettiğinde kaos, anlam krizi, ahlaki çöküş, nihilizm, çıkar savaşları hızla sahne almış. Bu kadar derin bir ihtiyacın kaynağı nedir? Eğer tanrısal bir gerçeklik yoksa, insanın tarih boyunca bu kadar ısrarla bir üst gerçeğe yönelmesi, ondan medet umması, bir günahkârlık bilinci, bir yüce hesap fikri taşıması nasıl açıklanır?

Ayrıca tarihi metinler, mitolojiler, destanlar, efsaneler incelendiğinde, insanın her devirde bir “yaratılış” anlatısı inşa ettiğini görürsün. Yoktan var oluş, tanrısal müdahale, kutsal kitaplar, ilahi emirler… Bu temaların evrenselliği, insan zihninin derin bir kaynağa bağlı olduğunu göstermez mi? Bu kadar farklı toplumun aynı temalara yönelmesi, sadece zihnin tesadüfi bir oyunu olarak görülebilir mi?

Kültürler arasındaki etkileşim arttıkça da insanlar farklı dinleri, inançları kıyasladı. Sonuçta ortak bir fıtri yöneliş, benzer ahlaki ilkeler, benzer metafizik sorular (Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?) tekrar tekrar belirdi. Tarihçi olarak, insanın içindeki bu bitmeyen anlam arayışını, aynı temel sorulara geri dönmesini nasıl açıklıyorsun?

Eğer ateist bir tarihçiysen, belki de tüm bu inanç sistemlerini “kültürel inşa” olarak göreceksin. Ancak kültür nedir, nasıl oluşur? Kültür insandan bağımsız değil, insanın fıtri yapısını yansıtan bir ayna. Bu ayna, derinlerde bir Yaratıcı fikrini sürekli yansıtıyor. Bu fikrin gerçeğe dayanmadığını söylemek, aslında tarihin evrensel bir gerçeğini görmezden gelmek değil mi?

Tarihsel süreçte ilahi mesajlar taşıdığını iddia eden peygamberler gelmiş, milletler bu mesajlarla derin değişimler yaşamış, ahlaki gelişim, kurumsallaşma, medeniyet inşası bu mesajlarla ivme kazanmış. Bu etki o kadar büyük ki, sıradan insanların uydurabileceği bir anlatıyla açıklanamaz. Tarihin tanıklığı, aşkın bir kaynağın varlığını açıkça işaret etmiyor mu? Dinler olmasaydı insanlık bambaşka bir yönde evrilirdi. Peki dinlerin sunduğu anlam, rehberlik ve ahlak desteği sahteyse, bu sahtelik nasıl oldu da tarih boyunca insanlığın en derin ihtiyaçlarına cevap oldu?

Sonuçta, tarihçi olarak sen de biliyorsun ki, tarih sadece kralların, savaşların, fetihlerin öyküsü değil; aynı zamanda insan ruhunun hakikat arayışının da öyküsüdür. Bu arayışta dinler, inançlar, kutsal metinler, hep başrolde. Eğer bunlar büyük bir ilüzyon olsaydı, zamanın süzgecinden geçip, binlerce yıl insanlığı besleyen kaynağa dönüşebilir miydi? Belki de tarihin sesi, insana “Varoluşunun ardında aşkın bir güç var” diye fısıldıyor. Bunu duymazdan gelmek, tarih biliminin sunduğu kanıtları da çarpıtmak değil mi?