Deist Felsefeci ARKADAŞIMA MEKTUP
Madem ki sen deist bir filozofsun; varlığın temelinde yatan ilkeleri, bilginin kökenini, ahlakın kaynağını, gerçeğin doğasını, anlam, amaç ve hakikate dair soruları sürekli deşen bir zihin faaliyetinin içindesin. Kendi mesleki pratiğinde, insan düşüncesinin köklerine inersin. Tarih boyunca sayısız felsefe sistemi üretilmiş, kimileri Tanrı’ya kimileri sadece doğaya başvurmuş, kimileri mutlak hakikate kimileri nihilizme sığınmış. Şimdi gel, deist yaklaşımın akla getirdiği soruları farklı felsefi ekollerin bakış açılarıyla kıyaslayalım, böylece argümanlarımızı zenginleştirelim.

Deist iddia şudur: Bir ilk neden var, bu neden evreni başta yaratmış, sistemleri kurmuş, fiziğin, matematiğin sabitlerini belirlemiş, sonra ise geri çekilip artık hiçbir şeye karışmamıştır. Bu yaklaşım, Platon’un idealar âlemini her an var kılan, iyinin ideali üzerinden gerçekliği anlamlandıran tavrından çok uzak değil mi? Platon’a göre, idealar âlemi süreklidir; değişen fenomenler dünyasına anlam veren, nihai “iyi idesi”dir. Eğer Yaratıcı sadece başta “iyi”yi koyup sonra kendi haline bıraksaydı, idealar âlemi nasıl sürekliliğini korurdu? Dahası, insanlık tarihine bakınca, ahlaki ideallerin zamanla yozlaşması gerekirken, peygamberler aracılığıyla bu ideallerin sürekli tazelenmesi, Platoncu bir bakışla değerlendirildiğinde “iyi idesi”nin dünyada hep canlı kaldığına işaret etmez mi?
Aristoteles’i düşün: O’nun “hareketsiz ilk hareket ettirici” kavramı deist anlayışa benzeyebilir. Fakat Aristoteles’in evren tasarımında Tanrı, tüm varlığı sürekli kendine çeken, mükemmeliyetiyle varoluşu harekette tutan bir hedef gibidir. Bu “teleolojik” anlayışta, Tanrı evreni sadece başta değil, her an nihai erek olarak yönlendirmekte, varlığı ayakta tutmaktadır. Oysa deist yaklaşım, bu teleolojik boyutu eksik bırakır: Evreni bir kez kurup çekilmek, erek fikrini anlamsız kılar. Tarih boyunca gelen peygamberler, insanları hep daha mükemmele, ahlaki yükselişe, ideal düzene çağırmışlarsa, bu sürekli bir teleolojik yönlendirmeyi andırmaz mı? Aristotelesçi bir bakış, ahlaki ereğe yürüyen insanlığın periyodik moral rehberlik almasını, “hareketsiz hareket ettirici”nin aslında sürekli “harekete geçiren”, bilfiil yönlendiren bir rol oynadığına yorabilir. Deist yaklaşım ise bu erekselliği, bu periyodik rehberliği açıklayamaz.
Stoacılara bakalım: Onlar evreni logos’un yönetiminde, tüm varlığın ilahi akılla örülü olduğunu düşünür. Bu “logos” sadece başlangıçta değil, her an evrene nüfuz eder; doğa ve ahlak logos’un tezahürüdür. Eğer deist yaklaşıma sorsan, logos başlangıçtaki yaratmada tecelli edip sonra sanki sahneden çekilir. Böylece stoacı sürekli akış ve uyum fikri yok sayılır. Oysa tarihteki peygamberler, insan aklını evrenin logos’una uyumlu hale getiren ahlaki ve manevi yasalar getirdi. Stoacı mantıkla yaklaşırsak, peygamberler logos’u kültürel dilimize çeviren elçilerdir. Deist bakış, logos’un periyodik tercümanları olan peygamberleri açıklamaz.
Biraz da ortaçağ skolastik geleneğine gidelim. Aquinas (Thomas) gibi düşünürler, evrenin her an ilahi varlıkla ayakta tutulduğunu, sadece ilk başlatan değil, aynı zamanda varlığın sürmesini temin eden bir Yaratıcı olduğunu savunur. Aquinas’a göre Tanrı evrende her an varlık verendir. Deist yaklaşım: “Hayır, Tanrı ilk anda müdahale etti, sonra yok,” der. Peki insanlığın manevi ufkunu genişleten, her dönemde belli bir merhale kat ettiren peygamberleri bu tabloya nasıl yerleştireceksin? Aquinas, peygamberlerin geldiği vahyin ilahi takdirin sürekliliğini gösterdiğini düşünebilirdi. Deist anlayış, Aquinas’ın her an sürdürme anlayışıyla çelişir, zira bu aralıksız gözetimi inkâr eder.
Modern felsefeye geçelim. Descartes’tan beri kesinlik arayışı, Tanrı’yı evrenin garantörü olarak gören, zihnimizin hakikat algısını teminat altına alan bir yaklaşım vardır. Deist görüş, Tanrı’nın ilk tasarım dışında ilgisiz kaldığını söylerse, Descartes’ın Tanrı’yı hakikatin güvencesi görmesi ne olacak? İnsanlık tarihindeki peygamberlik fenomeni, hakikate dair metafizik bilgiyi doğru zamanda yenileyen bir garantörlük rolü üstlenmiyor mu? Deist fikir, insan zihninin sürekli hakikate yaklaşımını nasıl açıklayacak? Rastgele zihinsel evrime mi bırakacaksın? Peygamberler sanki epistemik rehberler gibi, insanın hakikat algısını bozuldukça onarırlar. Bu, Descartes’ın güvence arayışına uygun düşer, ama deistliğe değil.
Kant’a geldiğimizde ahlak yasasının içsel zorunluluğundan, kategorik imperatiften bahsedebiliriz. Kant, ahlakın rasyonel bir temeli olduğunu, pratik aklın Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük postülatlarıyla taçlandığını öne sürer. Deist yaklaşımda Tanrı, ahlaki düzeni başta vermiş ve çekilmiş ise, insanlık niçin her bunalım döneminde ahlakî tazelemeyi, sanki yeniden format atmayı gerektiriyor? Peygamberler bu “formatlar” değil mi? Kant’ın postülatlarını topluma yeniden benimseten, bozulmuş normları düzeltip adaleti yeniden kuran peygamberler, pratik aklın bu aşkın temellerini canlı tutuyor. Deist bakış pratik aklın bu sürekli desteklenmesini, her dönemde ahlaki “yenileme paketinin” sunulmasını kavrayamaz.
Hegel’in diyalektik sürecini düşün: Tarih, tez-antitez-sentez hareketleriyle mükemmele ilerler. Toplumlar çelişkiler yaşar, sonra yeni bir sentezle yüksek bir ahlaki düzeye sıçrar. Peygamberler bu diyalektiğin katalizörleri gibi iş görür. Deist anlayış, ilk kıvılcımdan sonra müdahale yok dediğinde, bu diyalektik ilerlemeyi neyle açıklayacak? Tarihin bazı anlarında beliren peygamberler, tam da Hegelci bir ilerleme modeline anlam katar. Eğer ilgisiz bir yaratıcı varsa, bu kadar isabetli tarihî müdahaleler kim tarafından organize edildi? Hegelci tarihî aklı kim yönlendirdi? Peygamberler, Yaratıcı’nın tarihin ruhuna (Geist) temas noktaları değil mi?

Nietzsche, tanrının öldüğünden dem vururken, Batı toplumunun metafizik temellerini kaybetmesiyle bir anlam krizi yaşandığını söyler. Deist görüşte Tanrı zaten geri çekilmişti, bu “ölüm” belki de uzun süreli ilgisizliğin sonucu. Ama tarih boyunca peygamberlerin varlığı, aslında Tanrı’nın “hiç ölmediğini”, insanlığı kimsesiz bırakmadığını, her seferinde yeni anlam kıvılcımı çakıp metafizik zemini yenilediğini gösterir. Nietzsche’nin anlattığı anlam kaybı, peygamberlerin yokluğunda derinleşirdi; ancak tarihe baktığımızda peygamberler tekrar tekrar anlam dolduruyor. Deist fikir, bu anlam tazelenmesini tesadüf mü sanacak?
Varoluşçu filozoflar, insanın anlamsız evrende kendi anlamını yaratma mücadelesini över. Deist anlayışa göreyse Yaratan ilgisiz, insan anlamsız bir sahnede. Fakat tarih, toplumların peygamberlerle yeniden bir üst mana katmanına çıktığını gösteriyor. Tam bir nihilizme sürüklenmek yerine peygamberler insanların varoluş sancılarına merhem oluyor. Bu, ilgisiz bir yaratıcı fikrine terstir; çünkü ilgisiz bir yaratıcı varsa varoluşçu boşlukta çırpınan insanlara kim anlam sunuyor? Peygamberlerin sürekli gelmesi, varoluşçı paradoksu hafifletiyor, insana ilahi bir dayanak sağlıyor.
Pragmatistler der ki: Hakikat faydalıdır, işe yarar. Peygamberlerin getirdiği ahlaki, manevi mesajlar insanlığı asırlarca beslemiş, toplumsal işleyişi iyileştirmiştir. Deist fikre göre hiçbir müdahale yokken, toplumsal faydayı bu kadar isabetli yakalamak nasıl mümkün olur? Peygamberler, insan davranışlarını düzenleyen, uzun vadede refah ve huzur sağlayan ilkeler getirdiler. Bu “işe yarar hakikat” tam da pragmatist ölçütlere uyuyor, ama ilgisiz yaratıcının kılavuzsuz bıraktığı bir dünyada bu kadar işlevsel mesajları kim sağladı?
Analitik felsefeciler dilin anlamını, mantığın yapısını sorgular. Peygamberler, karmaşık metafizik kavramları sadelikle insan diline indirgeyerek “anlam iletimi” sağlıyor. Deist tavır, “iletişim kanalı yok” derken insanlık tarihinin en büyük metafizik iletişim hamleleri (vahiyler, kutsal metinler) nereden geldi? Rastlantıyla dilimiz üst düzey metafizik gerçeği mi ifade etti? Peygamberler bu iletişimin resmi tercümanları gibi, analitik netlikte mesajlar veriyor.
Sonuçta farklı felsefe ekolleri değerlendirildiğinde, her biri bir şekilde sürekli bir “bakım, müdahale, güncelleme” fikrine kapı aralar. Deist bakış ilk nedenin ardından mutlak bir umursamazlık varsayıyor, ama bu tarihsel, toplumsal, ahlaki ve metafizik gerçeklerle uyumsuzdur. Peygamberler, her ekole göre anlam kazanır: Platoncu ideaların teyidi, Aristotelesçi teleolojinin güncellenmesi, Stoacı logos’un tercümesi, Skolastik süregiden yaratma fikrinin pratik yansıması, Descartes’ın doğruluk garantisi, Kant’ın pratik aklını besleyen evrensel rehber, Hegelci tarihin diyalektik sıçramalarının katalizörü, Nietzscheci anlamsızlığa direnen anlam kaynakları, Varoluşçu boşlukta ilahi kılavuzluk, Pragmatist faydacılıkta işe yarar hakikat sunumu, Analitik sorgulamada anlaşılır metafizik dil formülasyonları… Bütün bunlar tek bir sonuca işaret eder: Evrene sadece başta dokunan ve sonra geri çekilen bir ilah fikri bu verileri açıklayamaz, peygamberlerin tarih boyunca oynadığı rol ilahi iradenin sürekli etkin olduğunu, insanlığı dönemsel müdahalelerle yönlendirdiğini, dolayısıyla peygamberlerin hak olabileceğini çok daha inandırıcı hale getirir.
Farklı felsefi akımların her biri, evrenin anlamını, ahlakın kökenini, tarihin gelişimini, insan zihninin doğruluk arayışını açıklarken periyodik olarak peygamberlerle tazelenen moral ve metafizik ilkelerin varlığına değinen bir “sürekli müdahale” fikrine kapı aralıyor. Bu kadar çok felsefi perspektifin ima ettiği sürekli gözetim ve rehberlik gerçeğini, “ilk neden ve sonra asla karışmıyor” diyerek görmezden gelebilir misin?